Antalyaspor son 6 haftalık periyot gözönüne alındığında topladığı 15 puan ile ligde en iyi performansı ortaya koyan takım. Her ne kadar memleket kontenjanından sempatimi kazanmış olsa da rakibi Galatasaray olunca durmak gerekiyordu. Mehmet Özdilek 2 senedir her sene üzerine koyan bir takım yarattı. Mücadele gücü yüksek oyuncuların arasında birkaç tane de oyunu okuyabilen oyuncu serpiştirdi ve sezon başında kimsenin beklemediği bir performans ortaya koydu. Üstelik Sivasspor ve Bursaspor örneklerinde olduğu gibi kendi takımına sahip çıkan bir şehrin ekibi değil Antalyaspor. Antalya'nın yarısı Galatasaraylı ise, diğer yarısı da Fenerbahçeli'dir. Kent takımının İstanbul ekipleriyle oynadığı maçlarda dolar Atatürk Stadı. Onu dolduranlar da Antalyasporlı değildir zaten... Tüm bu destekten yoksun olarak iyi işler başarıyor Antalyaspor. En son 1999/2000 sezonunda oynadıkları Türkiye Kupası finali kulübün zirve noktasıydı. Bu sene o başarının üstüne koyma şansları var.
Galatasaray'ın ise durumu vahim. Son iki yılda yaşananlara bakarsak, bu senenin de onlardan bir farkı yok. Suçlanan futbolcular, gelip giden teknik adamlar... Birkaç sezondur bir kaos ortamının içinde hayatta kalmaya çalışıyor Galatasaray. Üstelik kriz yönetmeyi becerebilen bir Allah'ın kulu da yok kulüp bünyesinde... Geçtiğimiz hafta, 11 senelik bir aranın ardından, Şükrü Saraçoğlu'nda elde edilen beraberlikten daha çok konuşulan şey oyuncuların kendi kapasitelerinin üzerine çıkmış olmalarıydı. Bu noktadan çıkışla, aynı isimlerin Antalyaspor karşısında sergileyecekleri performans merak unsuruydu. Eğer Galatasaray hâlâ bir şeyler hedefliyorsa, bu maçtan başlayarak uzuun bir galibiyet serisine imza atmalıydı.
İki haftadır en çok dikkatimi çeken Emiliano Insua'nın yerine Hakan Balta'nın tercih edilmesiydi. Sahada sadece 4 yabancı varken, Balta'nın tercih edilmesi canımı sıkıyor. Insua da bu durumdan çok rahatsız olduğunu, sağolsun, Twitter ve Facebook hesaplarından cümle aleme duyuruyor. Hagi'nin beni mutlu eden de bir tercihi var. Lorik Cana'yı bu takıma kazandırma çabasını büyük bir memnuniyetle karşılıyorum.
Galatasaray karşılaşmaya son bir buçuk senedir yapmadığı şeyi yaparak başladı. Oyunu rakip sahaya yığdı, dönen toplara önde bastı, rakibe boş alan bırakmamaya çabaladı... Hepsinden öte, mücadele etti... Sürekli şikayet ettiğim nokta buydu aslında. Bir takım kaybedecekse, yetenek yoksunu bile olsa, en azından mücadele edip de kaybetmeli... Bu çok koymaz bana. Fakat dün gece Galatasaray'ın ilk yarım saatteki mücadelesine bakıp bunu anında Hagi'ye yormak mantıksızlığın daniskasıdır. Dün akşam görülen manzarayı Feldkamp'tan sonra Cevat Güler, Güler'den sonra Skibbe, Skibbe'den sonra Bülent Korkmaz, Korkmaz'dan sonra da Rijkaard göstermişti. Yeni bir teknik adamın yapacağı etkidir bu. Dünyanın her yerinde var böyle bir şey... Kanımca "Teknik Adam" Hagi'nin esprisi ligin ikinci yarısından itibaren ortaya çıkacaktır.
Kewell, Arda ve Baros'un kronik eksiklikleri Galatasaray'ın hücum organizasyonlarında elini ayağını birbirine doluyor. Zorunluluktan santrfor oynatılan Pino ise hiç beklenmedik şekilde son iki haftanın en çok konuşulan ismi oluyor. Galatasaray taraftarı Misimoviç'in ortasına Servet'in vurduğu kafa ile ayağa kalkıyor. İki ismin de Ankaragücü maçında taraftarın yuhalamalarına maruz kalmaları ise işin ironik yanı. Bu golü takip eden üçüncü dakikada ise sahneye Pino çıktı. Antalyaspor şoku atlatamadan ikinci golü gördü kalesinde.
Galatasaray'ın maça istekli başlayacağını bilen Mehmet Özdilek'in ilk 15 dakikada yiyeceği muhtemel baskıyı atlatmak öncelikli düşüncesiydi. Bunu başardı, bu dakidan sonra oyunda dengeyi de sağladı. Hatta Antalyaspor öne geçebileceği pozisyonlardan yararlanamadı. Savunmanın duran toplardaki acziyeti ise beklenmedik bir anda tüm oyun düzenini sarstı. İkinci yarıda ise Galatasaray adeta teslim bayrağını çekmiş bir görüntüye büründü. Oyunun hakimiyetini Antalyaspor'a teslim etti. Kaleci Ufuk'un pozisyon almaktansa ofsayt itirazında bulunmayı yeğlediği bir anda kalesinde golü gördü. Üç haftadır alınamayan 3 puanın da stresiyle skoru korumak adına daha fazla geriye yaslandı. Antalyaspor maçı çevirebilecek pozisyonlarda beceriksiz kalınca takım üç maçlık aranın ardından galibiyet yüzü gördü.
Hagi'nin üzerindeki gömlek yavaş yavaş alev almaya başlıyor. Nazaran "kolay" maçlardan boynu bükük ayrılan Galatasaray için zor maçlar şimdi başlıyor. Trabzonspor, Beşiktaş ve Kayserispor bunların sadece üçü... Galatasaray için sezonun nasıl şekilleneceği bu maçların ardından netleşecektir.
31 Ekim 2010 Pazar
25 Ekim 2010 Pazartesi
Fenerbahçe: 0 - Galatasaray: 0
Hafta boyunca içinde bulunduğu kaos ortamından saha içinde sıyrılmayı bildi Galatasaray takımı. Açıkçası Galatasaray'ın puan koparabileceğine inanmayanlar arasındaydım. Son yıllarda Galatasaray ve Fenerbahçe arasında oynanan karşılaşmalar ele alındığında "Derbidir bu, sonucu belli olmaz" klişesi pek bir anlam ifade etmiyordu. Eski Açık Sarı Desene adlı filmde Hıncal Uluç'un bu derbiye ilişkin bir çözümlemesi var. Ona göre her iki takımın kağıt üzerindeki durumları neyi gösterirse göstersin Fenerbahçe favoridir. Tek istisna Galatasaray'ın çok iyi, Fenerbahçe'nin de çok kötü olduğu durumlardır ki, yazar burada da şansları eşit olarak görmektedir. Her Galatasaraylı sinirlenir bu açıklamalara, sinirlenmelidir de... Yalnız tablo çok açık bir şekilde ortadayken, biraz doğruluk payı da verilemez mi yani?
Galatasaray, dün gece Şükrü Saraçoğlu Stadyumu'ndan tam 11 senenin ardından puan çıkarmayı başardı. Üstelik iyi oynayarak başardı bunu. Fenerbahçe'nin, Galatasaray'ın iyi oynadığı maçlarda bile bulmayı başardığı absürd golleri bir hatırlayalım... Dün bunu bile başaramadı Fenerbahçe. Maçın henüz başında Gökhan Gönül'ün topu çizgiden çıkardığı pozisyon herhangi bir maç olsa golle sonuçlanırdı, rakip Fenerbahçe olunca girmiyor işte kaleye.
11 yıldır olmayıp da dün sahada olan şey neydi peki? Hagi gelir gelmez bu kadar ani bir etki mi yaratmıştı? Olmayanlardan bahsetmek en iyisi... Hafta boyunca Galatasaray'ın durumu hakkında çıkan haberler ve Galatasaraylıların maçı pek fazla umursamıyor oluşları Fenerbahçeli futbolcular ve taraftarlar üzerinde negatif bir etki bırakmış, dünkü maçın başından sonuna kadar bu belli oluyordu. Fenerbahçe'nin kendi evinde oynadığı derbilerin değişmez kuralıdır bu ve Galatasaray ile Beşiktaş ısrarla, her sene yerler taktiği. İlk 15-20 dakikalık periyotta tribünlerden yükselen yüksek uğultuya takımın agresif, önde basan sert futbolu ayak uydurunca rakip takım maçta çabuk telaşa düşüyor. Haliyle erken gelen bir gol tüm oyun düzenini yok edip, mantığı devre dışı bırakıp, duyguları ön plana çıkarabiliyor. Neticede yenilgi kaçınılmaz oluyor. İşin Galatasaray yönünü ele alırsak, bazı futbolcuların bu maçı kendileri için son şans olarak görmesi belki de yıllardır süregelen makus talihin bozulmasında başrol oynadı. Hagi'nin Rijkaard'ın sisteminden vazgeçip orta alanı kalabalık tutması da bir başka etken. Dün gece Galatasaray, Fenerbahçe'yi kendi silahı ile vurmak istedi. Kaçırılan pozisyonları da düşünürsek kısmen başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Pino yerine sahada olabilecek bir Baros dün gece Galatasaraylıları olduklarından daha mutlu kılabilirdi. Savundaki hırçın, mücadeleci ve sert oyunuyla Lucas Neill ise benim için maçın adamıdır. Niang'ı adım atacak alan bırakmayan Avustralyalı, Servet'in pek çok pozisyonda bıraktığı açıkları da kapatmayı başardı.
Peki sevinmeli miyiz? Eğer yıllardır tek hedeflerinin Galatasaray'ı yenmek olduğunu iddia ettiğimiz Fenerbahçe ile rolleri değiştiysek, deplasmanda yenilmediğimiz için - üstelik bu 11 sene sonra oluyor - sevinmeliyiz belki. Ancak Galatasaray 9 haftanın sonunda liderin 10 puan gerisindedir ki bu açıdan bakınca aynı hislere sahip olduğumu söyleyemeyeceğim. Dünkü maçtan sonra Güntekin Onay çok güzel bir noktaya değindi aslında. Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe'nin birbirlerinden çok kopuk olmadıkları için kendilerini başarılı gördüğünü, yalnız Bursaspor ve Trabzonspor'un çok erken kopmaya başladığını güzel bir şekilde anlattı. Yine de 1 puan almış olmak değil de, yıllardır kaybetmeyi alışkanlık haline getirdiğimiz bir deplasmandan başımız önde ayrılmamış olmak güzel. Hiçbir şey için olmasa bile, bir sonraki Kadıköy deplasmanından önce "Demek ki yapabiliyormuşuz" diyebilecek olmak önemli...
Galatasaray, dün gece Şükrü Saraçoğlu Stadyumu'ndan tam 11 senenin ardından puan çıkarmayı başardı. Üstelik iyi oynayarak başardı bunu. Fenerbahçe'nin, Galatasaray'ın iyi oynadığı maçlarda bile bulmayı başardığı absürd golleri bir hatırlayalım... Dün bunu bile başaramadı Fenerbahçe. Maçın henüz başında Gökhan Gönül'ün topu çizgiden çıkardığı pozisyon herhangi bir maç olsa golle sonuçlanırdı, rakip Fenerbahçe olunca girmiyor işte kaleye.
11 yıldır olmayıp da dün sahada olan şey neydi peki? Hagi gelir gelmez bu kadar ani bir etki mi yaratmıştı? Olmayanlardan bahsetmek en iyisi... Hafta boyunca Galatasaray'ın durumu hakkında çıkan haberler ve Galatasaraylıların maçı pek fazla umursamıyor oluşları Fenerbahçeli futbolcular ve taraftarlar üzerinde negatif bir etki bırakmış, dünkü maçın başından sonuna kadar bu belli oluyordu. Fenerbahçe'nin kendi evinde oynadığı derbilerin değişmez kuralıdır bu ve Galatasaray ile Beşiktaş ısrarla, her sene yerler taktiği. İlk 15-20 dakikalık periyotta tribünlerden yükselen yüksek uğultuya takımın agresif, önde basan sert futbolu ayak uydurunca rakip takım maçta çabuk telaşa düşüyor. Haliyle erken gelen bir gol tüm oyun düzenini yok edip, mantığı devre dışı bırakıp, duyguları ön plana çıkarabiliyor. Neticede yenilgi kaçınılmaz oluyor. İşin Galatasaray yönünü ele alırsak, bazı futbolcuların bu maçı kendileri için son şans olarak görmesi belki de yıllardır süregelen makus talihin bozulmasında başrol oynadı. Hagi'nin Rijkaard'ın sisteminden vazgeçip orta alanı kalabalık tutması da bir başka etken. Dün gece Galatasaray, Fenerbahçe'yi kendi silahı ile vurmak istedi. Kaçırılan pozisyonları da düşünürsek kısmen başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Pino yerine sahada olabilecek bir Baros dün gece Galatasaraylıları olduklarından daha mutlu kılabilirdi. Savundaki hırçın, mücadeleci ve sert oyunuyla Lucas Neill ise benim için maçın adamıdır. Niang'ı adım atacak alan bırakmayan Avustralyalı, Servet'in pek çok pozisyonda bıraktığı açıkları da kapatmayı başardı.
Peki sevinmeli miyiz? Eğer yıllardır tek hedeflerinin Galatasaray'ı yenmek olduğunu iddia ettiğimiz Fenerbahçe ile rolleri değiştiysek, deplasmanda yenilmediğimiz için - üstelik bu 11 sene sonra oluyor - sevinmeliyiz belki. Ancak Galatasaray 9 haftanın sonunda liderin 10 puan gerisindedir ki bu açıdan bakınca aynı hislere sahip olduğumu söyleyemeyeceğim. Dünkü maçtan sonra Güntekin Onay çok güzel bir noktaya değindi aslında. Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe'nin birbirlerinden çok kopuk olmadıkları için kendilerini başarılı gördüğünü, yalnız Bursaspor ve Trabzonspor'un çok erken kopmaya başladığını güzel bir şekilde anlattı. Yine de 1 puan almış olmak değil de, yıllardır kaybetmeyi alışkanlık haline getirdiğimiz bir deplasmandan başımız önde ayrılmamış olmak güzel. Hiçbir şey için olmasa bile, bir sonraki Kadıköy deplasmanından önce "Demek ki yapabiliyormuşuz" diyebilecek olmak önemli...
22 Ekim 2010 Cuma
Hagi'nin Adının Olduğu Yerde...
I have lost myself again
Lost myself and I am nowhere to be found,
Yeah, I think that I might break
I've lost myself again and I feel unsafe...
"G.Saray benim için o kadar önemli ki, oğlumun doğum gününde bile G.Saray için buradayım, oğlumun yanında değilim." sözleriyle başladı Hagi'nin üçüncü Galatasaray macerası bugün, resmen... Zor günlerimizde kendimizi iyi hissetmek ve mümkünse ayakta durabilmek için dostlarımızı görmek isteriz yanımızda. Futbol kulüplerinin sıklıkla yaptığı şey de budur aslında. İşler sarpa sardığında yeni bir hava yakalamak için çaresizlik içinde başvurulan ilk adres kulübün efsane mertebesine yükselmiş isimleridir. Sadece Galatasaray yapmıyor bunu... Fakat bunu yapanların içinde Galatasaray'ın da yer alıyor olması, benim bu durumu makul görmemi sağlamıyor ne yazık ki.
Hagi'yi çok severim... Blogumun girişine formasını asıp, ondan alıntı yapacak kadar seviyorum işte. Galatasaray deyince Bülent Korkmaz ile birlikte nazarımda en değerli iki isimden biridir. Bu adamlarla büyüdüm ben. Bülent'in kolunu feda edişini, Hagi'nin takımın oyundan düştüğü anlarda yaptığı bir hareket ile hem takımı hem de tribünleri şaha kaldırışını nasıl unutabilirim ki? Fakat unutmadığım başka şeyler de var. Hagi'ye 2004'de, Kaptan'a 2009'da devredilen enkazları da unutmam mesela... Kulüp efsanelerinin camianın ihtiyacına sırt dönemeyeceklerini bilmeleri ve yöneticilerin bundan faydalanmalarını çok aşağılık bulurum. Her iki ismin de kulüpdeki kısa süreli teknik adamlık öykülerinin nasıl sonlandığını çok iyi biliyoruz.
Rijkaard'ın gidişi dolayısıyla üzüntüm büyüktür. Rijkaard'ın yerinin Hagi ile doldurulmasına karşı hislerim de farklı değildir. Taraftar psikolojisi çok farklıdır. 5 sene evvel "İstifa" sesleriyle uğurlanan Hagi, bugün Florya'da "I Love You" sesleriyle karşılanabiliyor. Söz konusu futbol olduğunda Türk insanının geçmiş ve gelecek bilinci kaybolur. Bu ülkede önemli olan günü kurtarmaktır. Bir nevi Carpe Diem... Gerisi boş laf.
Peki Gheorghe Hagi günü kurtarabilir mi? Bunun cevabını Hagi değil, Galatasaray yönetim kurulu vermelidir. Zira ortada kurtarılacak bir gün bile bırakmamış olanlar bizzat kendileridir. Fakat zamanı geldiğinde şartlar oluştuğu takdirde, teknik heyeti günahkeçisi ilân edip darbe yapmak konusunda durup düşünmeyeceklerdir bile. Galatasaray, kendisini Galatasaray yapan değerlerden gün be gün uzaklaşmaktadır. Karşı olduğum şey de budur. Yoksa Hagi'nin göğsü üzerinde duracak Galatasaray arması her koşulda kabulümdür.
Hülasa, daha önce zilyon kere izlediğimiz bir film yeniden vizyona girmiş oldu. Eğer elimizdeki versiyon bu kez yönetmenin kurgusu ise ve içinde alternatif sonu taşıyorsa, biraz umut etmek için hakkımız da var demektir. Ne de olsa Hagi'nin olduğu yerde Galatasaray, Galatasaray'ın olduğu yerde de umut var.
Help, I have done it again
I have been here many times before
Hurt myself again today
and, the worst part is there's no-one else to blame
Lost myself and I am nowhere to be found,
Yeah, I think that I might break
I've lost myself again and I feel unsafe...
"G.Saray benim için o kadar önemli ki, oğlumun doğum gününde bile G.Saray için buradayım, oğlumun yanında değilim." sözleriyle başladı Hagi'nin üçüncü Galatasaray macerası bugün, resmen... Zor günlerimizde kendimizi iyi hissetmek ve mümkünse ayakta durabilmek için dostlarımızı görmek isteriz yanımızda. Futbol kulüplerinin sıklıkla yaptığı şey de budur aslında. İşler sarpa sardığında yeni bir hava yakalamak için çaresizlik içinde başvurulan ilk adres kulübün efsane mertebesine yükselmiş isimleridir. Sadece Galatasaray yapmıyor bunu... Fakat bunu yapanların içinde Galatasaray'ın da yer alıyor olması, benim bu durumu makul görmemi sağlamıyor ne yazık ki.
Hagi'yi çok severim... Blogumun girişine formasını asıp, ondan alıntı yapacak kadar seviyorum işte. Galatasaray deyince Bülent Korkmaz ile birlikte nazarımda en değerli iki isimden biridir. Bu adamlarla büyüdüm ben. Bülent'in kolunu feda edişini, Hagi'nin takımın oyundan düştüğü anlarda yaptığı bir hareket ile hem takımı hem de tribünleri şaha kaldırışını nasıl unutabilirim ki? Fakat unutmadığım başka şeyler de var. Hagi'ye 2004'de, Kaptan'a 2009'da devredilen enkazları da unutmam mesela... Kulüp efsanelerinin camianın ihtiyacına sırt dönemeyeceklerini bilmeleri ve yöneticilerin bundan faydalanmalarını çok aşağılık bulurum. Her iki ismin de kulüpdeki kısa süreli teknik adamlık öykülerinin nasıl sonlandığını çok iyi biliyoruz.
Rijkaard'ın gidişi dolayısıyla üzüntüm büyüktür. Rijkaard'ın yerinin Hagi ile doldurulmasına karşı hislerim de farklı değildir. Taraftar psikolojisi çok farklıdır. 5 sene evvel "İstifa" sesleriyle uğurlanan Hagi, bugün Florya'da "I Love You" sesleriyle karşılanabiliyor. Söz konusu futbol olduğunda Türk insanının geçmiş ve gelecek bilinci kaybolur. Bu ülkede önemli olan günü kurtarmaktır. Bir nevi Carpe Diem... Gerisi boş laf.
Peki Gheorghe Hagi günü kurtarabilir mi? Bunun cevabını Hagi değil, Galatasaray yönetim kurulu vermelidir. Zira ortada kurtarılacak bir gün bile bırakmamış olanlar bizzat kendileridir. Fakat zamanı geldiğinde şartlar oluştuğu takdirde, teknik heyeti günahkeçisi ilân edip darbe yapmak konusunda durup düşünmeyeceklerdir bile. Galatasaray, kendisini Galatasaray yapan değerlerden gün be gün uzaklaşmaktadır. Karşı olduğum şey de budur. Yoksa Hagi'nin göğsü üzerinde duracak Galatasaray arması her koşulda kabulümdür.
Hülasa, daha önce zilyon kere izlediğimiz bir film yeniden vizyona girmiş oldu. Eğer elimizdeki versiyon bu kez yönetmenin kurgusu ise ve içinde alternatif sonu taşıyorsa, biraz umut etmek için hakkımız da var demektir. Ne de olsa Hagi'nin olduğu yerde Galatasaray, Galatasaray'ın olduğu yerde de umut var.
Help, I have done it again
I have been here many times before
Hurt myself again today
and, the worst part is there's no-one else to blame
18 Ekim 2010 Pazartesi
Galatasaray: 2 - Ankaragücü: 4
Fotoğrafı Ntvspor.net'den aldım. Fotoğrafa verdikleri isim "ayhan_uzuntu"... Sağ tıklayıp, masaüstüne kaydetmek istediğimde karşıma çıktı. Gülse miydim, ağlasa mıydım? İkisini birden yaptım sanırım...
8 haftada 4 mağlubiyet alan bir takım Galatasaray. Sezon öncesinde beklediğim bir şey olduğu için büyük bir şaşkınlık içinde değilim. Yine de üzülüyor insan... Gönül verdiği renklerin ve formanın gün be gün eridiğini görmek rahatsız ediyor bünyeyi. İsyan etmiyorum ama, buna hakkım yok. Yıllarca evde, sokakta, tribünde "Yağmurda, çamurda" diye haykırdıysam kendimle çelişkiye düşmeye hakkım yoktu. İsyan etmiyorum, evet, fakat kızgınlığım var birçok şeye. Galatasaray'ı Galatasaray yapan değerlerin yerinde yeller esiyor. Kızgınlığım buna...
10 sene önce Galatasaray adının olduğu her yerde umut vardı. Bugün Galatasaray'ın olduğu her yerde problem var. Üstelik Galatasaray'ın her bölgesine hükmetmiş kanserli hücreler her geçen gün büyümeye devam etmekte... Yönetim, teknik heyet, futbolcular, taraftar... Kimse kendine bakmıyor, herkes hatayı başka bir yerde arıyor. Yönetimin tuttuğu paralı askerler teknik adamı istifaya davet etmeyi bilir, fakat dikkatle bakarsanız maç boyunca takıma bir itici güç olmaktan çok uzaktırlar. İğne de çuvaldız da başkasına batırılır. Teknik heyet yaşananlardan futbolcuları sorumlu gösterir. Futbolcular mı? Onları da ikiye ayırmak gerek; yerliler ve yabancılar olmak üzere. Yabancı futbolcuların yüzüne bakarsanız bulundukları yerde mutlu olmadıklarını rahatlıkla görebilirsiniz. Yerliler ise yeteneksiz. Basbayağı yeteneksizler, evet. Buna ek olarak vurdumduymazlar. Yoksa yazının başındaki trajikomik "ayhan_uzuntu" örneğini görünce, gelecek hafta oynanacak olan Fenerbahçe maçında oynamamak için kırmızı kart görmeye çalışması ve Lviv dönüşü pişkinlikle "Havalimanında taraftar var mı?" deyişi aklıma gelmezdi aniden. Ve evet, bu adam takım kaptanı.
Galatasaray, taraftarı olduğum takım, mide bulandırıcı olmaya başladı. Bir taraftar gönlünü verdiği takım hakkında kolay kolay söylemez bunları. 2004 yılında üniversite dolayısıyla İstanbul'a gittiğim sıralarda Galatasaray-Kayserispor maçı sayesinde ilk kez tanışmıştım Ali Sami Yen Stadyumu ile... Çok maça gittim sonraları... Bana refakat edecek bir arkadaşımı bulamadığımda bile Kayışdağı'ndan atlayıp tek başıma gittim defalarca. Bir zaman sonra stadyumda gördüğüm pek çok şey soğuttu beni tribünden. Küçükken hayalini kurduğum yer değildi artık orası. Gelinen nokta itibariyle rahatlıkla söyleyebilirim ki Galatasaray tribünleri bu ülkenin görüp görebileceği en kötüsü. Kendisi ile aynı fikirde olmayan aklıselim taraftarları şiddet kullanarak tribünden atan, ısrarla Fatih Terim lehinde tezahürat yaparak vizyonsuzluğunu herkese kanıtlayan bir güruhla benim paylaşabileceğim hiçbir şey yok. Her ne kadar beni onlardan ayıran çok fazla şey olsa da "Galatasaray taraftarı" denildiği zaman bir şekilde içine dahil olacaksam, bundan da her zaman utanacağım sanırım. Galatasaray taraftarının son 15 senede sadece 2 şampiyonluk görmüş Beşiktaş taraftarından öğreneceği çok fazla şey var...
8 haftada 4 mağlubiyet alan bir takım Galatasaray. Sezon öncesinde beklediğim bir şey olduğu için büyük bir şaşkınlık içinde değilim. Yine de üzülüyor insan... Gönül verdiği renklerin ve formanın gün be gün eridiğini görmek rahatsız ediyor bünyeyi. İsyan etmiyorum ama, buna hakkım yok. Yıllarca evde, sokakta, tribünde "Yağmurda, çamurda" diye haykırdıysam kendimle çelişkiye düşmeye hakkım yoktu. İsyan etmiyorum, evet, fakat kızgınlığım var birçok şeye. Galatasaray'ı Galatasaray yapan değerlerin yerinde yeller esiyor. Kızgınlığım buna...
10 sene önce Galatasaray adının olduğu her yerde umut vardı. Bugün Galatasaray'ın olduğu her yerde problem var. Üstelik Galatasaray'ın her bölgesine hükmetmiş kanserli hücreler her geçen gün büyümeye devam etmekte... Yönetim, teknik heyet, futbolcular, taraftar... Kimse kendine bakmıyor, herkes hatayı başka bir yerde arıyor. Yönetimin tuttuğu paralı askerler teknik adamı istifaya davet etmeyi bilir, fakat dikkatle bakarsanız maç boyunca takıma bir itici güç olmaktan çok uzaktırlar. İğne de çuvaldız da başkasına batırılır. Teknik heyet yaşananlardan futbolcuları sorumlu gösterir. Futbolcular mı? Onları da ikiye ayırmak gerek; yerliler ve yabancılar olmak üzere. Yabancı futbolcuların yüzüne bakarsanız bulundukları yerde mutlu olmadıklarını rahatlıkla görebilirsiniz. Yerliler ise yeteneksiz. Basbayağı yeteneksizler, evet. Buna ek olarak vurdumduymazlar. Yoksa yazının başındaki trajikomik "ayhan_uzuntu" örneğini görünce, gelecek hafta oynanacak olan Fenerbahçe maçında oynamamak için kırmızı kart görmeye çalışması ve Lviv dönüşü pişkinlikle "Havalimanında taraftar var mı?" deyişi aklıma gelmezdi aniden. Ve evet, bu adam takım kaptanı.
Galatasaray, taraftarı olduğum takım, mide bulandırıcı olmaya başladı. Bir taraftar gönlünü verdiği takım hakkında kolay kolay söylemez bunları. 2004 yılında üniversite dolayısıyla İstanbul'a gittiğim sıralarda Galatasaray-Kayserispor maçı sayesinde ilk kez tanışmıştım Ali Sami Yen Stadyumu ile... Çok maça gittim sonraları... Bana refakat edecek bir arkadaşımı bulamadığımda bile Kayışdağı'ndan atlayıp tek başıma gittim defalarca. Bir zaman sonra stadyumda gördüğüm pek çok şey soğuttu beni tribünden. Küçükken hayalini kurduğum yer değildi artık orası. Gelinen nokta itibariyle rahatlıkla söyleyebilirim ki Galatasaray tribünleri bu ülkenin görüp görebileceği en kötüsü. Kendisi ile aynı fikirde olmayan aklıselim taraftarları şiddet kullanarak tribünden atan, ısrarla Fatih Terim lehinde tezahürat yaparak vizyonsuzluğunu herkese kanıtlayan bir güruhla benim paylaşabileceğim hiçbir şey yok. Her ne kadar beni onlardan ayıran çok fazla şey olsa da "Galatasaray taraftarı" denildiği zaman bir şekilde içine dahil olacaksam, bundan da her zaman utanacağım sanırım. Galatasaray taraftarının son 15 senede sadece 2 şampiyonluk görmüş Beşiktaş taraftarından öğreneceği çok fazla şey var...
2 Ekim 2010 Cumartesi
Karabükspor: 2 - Galatasaray: 1
Öncelikle (Bkz; En güzeli Galatasaray'ı üzgünken sevmektir)
Her taraftarın gün gelip de bilincinin oturacağına inanan biriyim. Liselilerden nefret ederim. Lise çağındayken kendimden bile nefret ediyordum. En büyük uğraşınız, hayattaki tek derdiniz ya karşı cinse kendinizi beğendirmek ya da her pazartesi sabahı tuttuğunuz takımın muhabbetini yapmaktır. Arkadaşlar arasında tartışırken kurulan cümleler koymalar, çakmalar ve geçirmeler üçgeni arasında döner. O yıllarda biri çıkıp "geleceğe dair en büyük korkun nedir" diye sorsaydı, gün gelip de içimdeki Galatasaray sevgisinin kaybolup gitmesi olarak yanıtlayabilirdim. Sevgiden kastım neydi peki? Takım kazandığında formayı giyip sokağa çıkmak; kaybettiği zaman yatağı yorganı yumruklayıp, ertesi gün okuldan kaçmak mıydı?
Böyle bir adamdım ben. Artık yapmıyorum bunu. Kaybedilen maçların ardından spor programlarına rastlamamak için televizyonu bile açmazken, artık Rıdvan Dilmen'e dahi katlanabiliyorum. Değişen ne peki? Maçlarını mı takip etmiyorum Galatasaray'ın, parama kıyıp lisanslı ürününü almaktan vaz mı geçiyorum, maça mı gitmiyorum? Gayet de devam ediyorum bunları yapmaya. Ancak yenilince "Ulan dünyanın sonu geldi! Yarın Fenerbahçeli arkadaşlarıma ne diyeceğim" diye ağlayıp zırlamıyorum. Sorunu da aslında tam bu noktada buluyorum? Tuttuğum takımın kazanmasını takımımı iyi bir yerde görmek için değil, aslında kendi kıçımı kurtarabilmek için istiyordum. En yakın arkadaşım Fenerbahçeliydi ve ben onun Galatasaray'ın kaybettiği gecenin sabahındaki halini görmek istemiyordum. Kendine dahi yararı olmayan bir ergenin hayatın anlamını yüklemeye çalıştığı şeyin taraftarlık olmadığını öğrenmem biraz daha sonralara rast gelecekti.
Mesela 2 Kasım 2001 Bursaspor-Galatasaray maçı bir milatdır benim için. Taraftarlık bilincinin oturması diye bir şey varsa, benimki o gün bulmuştur yerini. Galatasaray sezonun ilk yenilgisini Bursa'da çok ağır bir skorla alınca, bendeki kayış kopmuştu haliyle. 15 yaşındayım ve sinirden evin altını üstüne getiriyorum. İşin belası, dün gibi de hatırlıyorum. Şimdi o halimi elime geçirsem, boğazına yapıştığım gibi en yakın kirişin orta yerine sokarım. Bir an sonra karşımda babamı buluyorum. Diyor ki:
- Seninki de taraftarlık mı be? Ben 14 sene şampiyonluk görmedim. Sen ise bu takımın en başarılı zamanlarına bu genç yaşında tanıklık ettin. Bir yenilgiyle yaptığına bak. koskoca Galatasaray senin gibilere kalacaksa, vay bu takımın haline!
Tam olarak olmasa da bunun gibi bir şeydi. O an herhalde suratının orta yerine odunu yemiş, etrafına boş boş bakarken ağzından akan suya söz geçiremez bir ifadem vardı. Çok şey değişti o günden sonra.
Baştaki 'bakınız' ile devam edelim... 2004 yılında, ben daha sözlükte okur bile değilken girilmiş... Galatasaray mı? Görseniz, 2002'deki haline duacı olursunuz. Söz konusu yazı ise bir şekilde gözüme ilişmiş. O kadar etkilenmişim ki, çıktı alıp yatağımın baş köşesine asmışım. O gün bugündür, Galatasaray'ın yenilgilerinden sonra yatağa giderken gecemin uykusuz geçmemesini sağlar bu yazı.
...ve umnica'nın bundan zerre haberi yoktur...
-----------------------
#20487884.
Her taraftarın gün gelip de bilincinin oturacağına inanan biriyim. Liselilerden nefret ederim. Lise çağındayken kendimden bile nefret ediyordum. En büyük uğraşınız, hayattaki tek derdiniz ya karşı cinse kendinizi beğendirmek ya da her pazartesi sabahı tuttuğunuz takımın muhabbetini yapmaktır. Arkadaşlar arasında tartışırken kurulan cümleler koymalar, çakmalar ve geçirmeler üçgeni arasında döner. O yıllarda biri çıkıp "geleceğe dair en büyük korkun nedir" diye sorsaydı, gün gelip de içimdeki Galatasaray sevgisinin kaybolup gitmesi olarak yanıtlayabilirdim. Sevgiden kastım neydi peki? Takım kazandığında formayı giyip sokağa çıkmak; kaybettiği zaman yatağı yorganı yumruklayıp, ertesi gün okuldan kaçmak mıydı?
Böyle bir adamdım ben. Artık yapmıyorum bunu. Kaybedilen maçların ardından spor programlarına rastlamamak için televizyonu bile açmazken, artık Rıdvan Dilmen'e dahi katlanabiliyorum. Değişen ne peki? Maçlarını mı takip etmiyorum Galatasaray'ın, parama kıyıp lisanslı ürününü almaktan vaz mı geçiyorum, maça mı gitmiyorum? Gayet de devam ediyorum bunları yapmaya. Ancak yenilince "Ulan dünyanın sonu geldi! Yarın Fenerbahçeli arkadaşlarıma ne diyeceğim" diye ağlayıp zırlamıyorum. Sorunu da aslında tam bu noktada buluyorum? Tuttuğum takımın kazanmasını takımımı iyi bir yerde görmek için değil, aslında kendi kıçımı kurtarabilmek için istiyordum. En yakın arkadaşım Fenerbahçeliydi ve ben onun Galatasaray'ın kaybettiği gecenin sabahındaki halini görmek istemiyordum. Kendine dahi yararı olmayan bir ergenin hayatın anlamını yüklemeye çalıştığı şeyin taraftarlık olmadığını öğrenmem biraz daha sonralara rast gelecekti.
Mesela 2 Kasım 2001 Bursaspor-Galatasaray maçı bir milatdır benim için. Taraftarlık bilincinin oturması diye bir şey varsa, benimki o gün bulmuştur yerini. Galatasaray sezonun ilk yenilgisini Bursa'da çok ağır bir skorla alınca, bendeki kayış kopmuştu haliyle. 15 yaşındayım ve sinirden evin altını üstüne getiriyorum. İşin belası, dün gibi de hatırlıyorum. Şimdi o halimi elime geçirsem, boğazına yapıştığım gibi en yakın kirişin orta yerine sokarım. Bir an sonra karşımda babamı buluyorum. Diyor ki:
- Seninki de taraftarlık mı be? Ben 14 sene şampiyonluk görmedim. Sen ise bu takımın en başarılı zamanlarına bu genç yaşında tanıklık ettin. Bir yenilgiyle yaptığına bak. koskoca Galatasaray senin gibilere kalacaksa, vay bu takımın haline!
Tam olarak olmasa da bunun gibi bir şeydi. O an herhalde suratının orta yerine odunu yemiş, etrafına boş boş bakarken ağzından akan suya söz geçiremez bir ifadem vardı. Çok şey değişti o günden sonra.
Baştaki 'bakınız' ile devam edelim... 2004 yılında, ben daha sözlükte okur bile değilken girilmiş... Galatasaray mı? Görseniz, 2002'deki haline duacı olursunuz. Söz konusu yazı ise bir şekilde gözüme ilişmiş. O kadar etkilenmişim ki, çıktı alıp yatağımın baş köşesine asmışım. O gün bugündür, Galatasaray'ın yenilgilerinden sonra yatağa giderken gecemin uykusuz geçmemesini sağlar bu yazı.
...ve umnica'nın bundan zerre haberi yoktur...
-----------------------
#20487884.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)