19 Aralık 2017 Salı

Igor Tudor

david peace'nin brian clough'ın leeds united'ın başında geçirdiği 44 günü konu alan the damned united adlı müthiş kitabında geçer; derby county başkanı şampiyon kulüpler kupası'nda juventusile oynayacakları maçtan birkaç gün önce kulüp teknik direktörü brian clough ile büyük bir münakaşa yaşar ve clough'un kulübün gözündeki değerini clough'ın yüzüne şu sözlerle haykırır:

“no matter how good you think you are or how clever and how many fancy new friends you make on the telly, the reality of footballing life is this:

the chairman is the boss, then comes the directors... then the secretary, then the fans, then the players... and then finally, last of all, bottom of the heap, the lowest of the low... comes the one, who in the end, we can all do without...

the fucking manager.”

okumakla aranız yoksa aynı adlı bir filmi de var, ki futbol üzerine çekilmiş en güzel film olabilir, izleyiniz. "ingilizce bilmiyorum, ne diyor ki şimdi burada" diyenler için yazının finali sürpriz son içeriyor.

neyse... konuya dönelim.

burada futbol üzerine yazmayı çok önce bırakmış biri olarak taraftarı olduğum kulüpte gün içinde yaşanmış gelişmelere içerlediğim için birkaç kelam etmek istedim.

igor tudor'un uzun vadede galatasaray'ın başında gerçekten başarılı olacağına inanmış biriyim. nihayetinde roma bile bir günde inşa edilmedi. galatasaray'ın sorunu hiçbir zaman tudor olmadı. bir kere bunun altını çizelim. evet, yanlışları oldu, fakat o dillerden düşürülmeyen fatih terim'in dahi faydası kadar zararı olmuştur bu kulübe.

çok değil 6 ay öncesine kadar son şampiyonluğunun üzerinden geçen iki sezonda kadro kalitesi dibi görmüş, stadyumuna 10 bin seyirci çekebilirse öpüp başına koyacak, yöneticileri kameralar karşısında salya sümük ağlayacak, ülkenin avrupa'da en bilinen markası olarak avrupa kupalarından gerek ceza yiyerek gerekse eleme turlarında rezil rüsva olarak elenmiş, şampiyonluğun ş'sini dahi ağzına alamayan bir camiadan bahsediyoruz. eldeki verileri unutmamak, kulübün içinden çıkmaya çalıştığı süreci iyi irdelemek gerekiyor.

hâl böyleyken sezon başında şampiyonluğu bile zikredemeyen, östersunds fk'ye elendikten sonra yönetici, teknik heyet, futbolcu kim varsa herkesi siktir olup gitmeye davet eden bir güruha vermiş olduğu şampiyonluk umudu, ilk 10 haftada takımın kapasitesi dahilinde ortaya koyduğu istekli futbol ve sezonlar sonra takımı iç sahada 45 bin seyirciye oynatmış olması bile hatrı sayılır bir başarıdır benim için. yeterli miydi? değil! yetti mi? yetmedi! peki ama niye? yetmeyen neydi? taraftarıyla, yönetimiyle, teknik adamıyla, medyasıyla yıkıma gitmek için neden bu denli çaba sarfetti koca kulüp?

başakşehir ve beşiktaş'ın geniş ve uzun süredir birlikte oynayan kadrolarının, oturmuş sistemlerinin kendilerini değil 1-0, lige 2-0 önde başlattığının ayan beyan ortada olduğu bir tabloda, ligin 16 haftasının 14'ünü lider kapatmış bir takım ve o takımın teknik direktöründen bahsediyoruz. zaman zaman 9 puana kadar yükselen fark lig normallerinin gayet üzerindeydi. bunun hepimiz bal gibi de farkındaydık aslında. başakşehir ve beşiktaş'ı bir kenara bırakalım, kadro alternatifi seninkinden çok daha fazla olan fenerbahçe'yi de işin içine kattığımızda, yahu takım ligin ilk yarısını yedek kulübesinde tek bir alternatifi bile olmadan tamamladı. tudor'un hatası herkesi liderliğe alıştırmış olması mıydı? hepimiz biliyoruz ki galatasaray lig başından beri ligi zirvede götürmeyip de, tıpkı şu an olduğu gibi zirveyi 1-2 puan farkla geriden gelerek takip etseydi tudor bugün hâlâ takımın başındaydı. bir de "tudor olmasaydı bu takım ilk devreyi 15 puan farkla kapatırdı" diyenler var ki akıl fikir diliyorum kendilerine. zira kendimi bildim bileli takımımın ligin ilk yarısını 10 puan farkla bile kapattığını hatırlamıyorum. ha, 9 puan geriden gelerek şampiyon olduğumuzu çok net hatırlıyorum ama..

çıkıp "60 milyonluk kadro kuruldu, bilmem ne" demenin kimseye bir faydası yok. yok abi işte yok, yetmiyor 60 milyonluk kadro, o denli içler acısı haldesin kulüp olarak. mümkünse bir 60 milyon daha harcayacaksın. yapabiliyor musun? hayır! zaten borç batağının içinde debeleniyorsun. kulübünün ve takımının durumunu biliyorken yeni kurulmuş bir kadronun üzerine bu denli sorumluluk yüklemenin anlamı nedir? ülkenin en başarılı futbol takımı olman elindeki verilere bakmaksızın koşulsuz şampiyonluk hedeflemeni haklı çıkarmıyor maalesef, üzgünüm. bunu yapmak hem kendine, hem taraftarlara, hem de yeni kurulan takıma haksızlıktır. yine de enseni karartmanı gerektirecek bir durum söz konusu değil: yeni kurulmuş kulübesi alternatifsiz bir takımın var. başakşehir ve bjk şöyle dursun, fb’nin dahi kadro kalitesi senin takımından çok daha iyi. tüm bu şartlar altında dahi şampiyonluk yarışının içindesin. üstelik ilk yarıyı lider kapatma şansın hâlâ çok yüksek. eee, daha ne istiyorsunuz abi siz? ne istiyorsunuz allah'ın cezaları! devre arası yapılacak takviyeler ve ikinci yarı fikstürünü de düşününce şampiyonluk ihtimali hiç de az değildi. fakat kanımca bugün kendi ayağımıza kurşun sıkarak bu ihtimali tamamen ortadan kaldırmış bulunuyoruz.

demem o ki; rakiplerinin her anlamda senden avantajlı olduğu bir ligde şampiyonluk yarışının içinde olup, bu yarışı 10 puan önde götüremediği ve büyük maçları kazanamadığı için hocasını gönderen bir camia en büyük haksızlığı kendine yapmıştır ve en ufak bir başarıyı dahi hak etmemektedir. yönetime artık zaten söyleyecek söz bulamıyorum da bu taraftar, adım gibi eminim ki galatasaray bir 14 senelik şampiyonluk orucuna daha girse pılını pırtını toplayıp terk eder galatasaray'ı.

tudor'un sorunu büyük maçları kazanamamış olmasıysa galatasaray zaten kendimi bildim bileli büyük maçları kazanmak konusunda sıkıntı yaşamıştır. ha, yok tudor'un sorunu sistemle/taktikle oynamasıysa eldeki alternatifsiz kadro ile bu kadarı oluyordu, üzgünüm. kaldı ki sezon başında baskılı futbol oynatırken de bursaspor ve akhisarspor maçında oyunu çevirecek taktiksel müdahaleler yaparken de bugün arkasından sallayanlar başta olmak üzere herkes takdir ediyordu kendisini. ben hatası olmadığını savunmuyorum, bunun altını çizmem gerekiyor sanırım. fakat bjk'ye "uzay futbolu" oynattığı iddia edilen şenol güneş de sorgulandı bu ligde, sezon başından beri dalgasını geçtiğimiz "skor üzerine yatan" ama bugün itibarıyla takımı önümüze geçen aykut kocaman da... tudor'a karşı bir "man crush" durumum yok. babamın oğlu da değil ama tekrar söylüyorum; bana kalırsa gün içinde alınan kararlar önce galatasaray'a daha sonra kendisine yapılmış büyük bir haksızlıktır. üzülerek söylüyorum ki bu takım, bu taraftar hiçbir şeyi hak etmiyor. 2-0 geriye düşmüşken "fatih terim" adına tezahüratta bulunan fakat 20 dakika sonra maç dönmüşken atılan her gole hunharca sevinebilen, başarıyı her şey bellemiş yüzsüzlere fatih terim gibi mafya bozuntusu, galatasaray'ı en ihtiyacı olduğu dönemde iktidara ve galatasaray'a karşı olanlara satıp giden bir "adam" layık.

galatasaray'ın başarısını hepsinden daha fazla istiyorum ama bu başarıyı doğruları yaparak elde etmesini istiyorum. iplerini medya eline veren yönetimlerle, o medyanın her dediğini doğru kabul eden sorgu ve sabır yoksunu taraftarıyla, koreografide çığır açtıkları için taraftarlığı kendilerinden bilen ve her istediklerini dayatabilecekleri sanan tribünüyle ya da mekan basıp adam döven teknik adamlarıyla değil... sırf siz ertesi gün okulda, iş yerinde, kahvehane köşesinde rakip takım taraftarı arkadaşınıza alay konusu oluyorsunuz diye pespaye düşlerinize alet edemezsiniz galatasaray'ı. hocasının arkasında duramayan ve takımı yalnız bırakan yönetime de her daim destek olmaktansa köstek olmayı seçen medyasına da sabırsız taraftarına da yazıklar olsun.

ha, unutmadan, derby başkanı brian clough'a ne mi diyordu?

"ne kadar iyi ya da ne kadar zeki olduğunu düşünürsen düşün, televizyon ekranlarında ne kadar havalı arkadaşa sahip olursan ol, futbolun gerçeği şudur:

başkan patrondur, ondan sonra yönetim kurulu gelir. daha sonra sırasıyla icra kurulu ve taraftarlar gelir. onlardan sonra futbolcular gelir. ve nihayet, hepsinin sonunda, listenin en altında, diptekilerin de dibinde, hepimizin gayet de onsuz yapabileceği koduğumun teknik direktörü gelir."

yolun açık olsun mister igor! umarım hak ettiğin sabrı ve desteği göreceğin bir kulüpte çok daha iyilerini başarırsın. bunu tüm kalbimle diliyorum.

27 Kasım 2014 Perşembe

Dayan Galatasaray

28 senelik galatasaraylı'yım ve takımımın avrupa'da bu denli rezil rüsva bir sezon geçirdiğini de hatırlamam. galatasaray hakkında söylenecek zilyon tane şey var bugün. lafa hangisiyle başlamak istediğimi sorsanız "en güzeli galatasaray'ı üzgünken sevmek" deyip umnica'nın o muazzam entry'sine selamı çakarım.

bizim nesil iyi ki 14 senelik o meşhur kıtlık dönemine denk gelmedi. sahi düşünüyorum da yapayalnız bırakırdık vallahi galatasaray'ı. şöyle bir dönüp bakıyorsun, tarihin en iyi galatasaray'ını sen izlemişsin; torunlarına dönüp anlatabileceğin yığınla anın var, ama iki günde o çok sevdiğin takımına sırtını dönebilecek noktaya da gelebiliyorsun. eh, işte başarılar kalmıyor hep ama o vakit tribünlerden yükseldiği gibi asaleti de yetmiyor kimseye.

günümüz galatasaraylılarının özellikle 2000 yılından itibaren şekillendiğini düşünürsek galatasaray taraftarının başarıya endeksli profil çizdiğini söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. nihayetinde taraftar sayısındaki artışın yakalanan büyük başarılardan sonra gözlemlendiği aşikâr. hayatta her anlamda kaybetmiş ve mutluluk umudunu bir futbol takımının sırtına yüklemiş insanlardan bahsediyorum, ki yaşadığımız ülkede bunun azımsanabileceğini düşünmüyorum. o yüzdendir ki salt başarı umuduyla bir takımın peşine takılan insanlar en ufak başarısızlıkta düne sırtını dönüp, gelecek güzel günlerde yeniden boy gösterebilmek için kuytu köşelere rahatlıkla sinebiliyorlar. bu yüzdendir galatasaray taraftarının son 20 senede sadece 3 şampiyonluk görmüş beşiktaş taraftarından öğrenecek çok şeyi oluşuna inanmam.

2001 sonbaharında galatasaray'ın 5'lik olduğu meşhur bursa deplasmanı ile bağlayayım. gollerin galatasaray kalesine yağmur olup yağdığı o gece ev ahalisine ileride pek iyi anmayacakları lahzalar yaşatmakla meşgulken babam karşıma geçip ömrümün sonuna kadar unutmayacağım o meşhur tiradını attı:

- "ben 14 sene şampiyonluk bekledim. galatasaray'ın bugünkünden çok kötü maçlar çıkarıdığına da şahit oldum. ama sabırla, inatla; sonunda mutlu olacağımız günün geleceğini bile bile bekledim. sen bu yaşında en büyük başarıları gördün ama bir yenilginin seni getirdiği hâle bak. galatasaray senin ve senin gibilerin eline kalacaksa, vay galatasaray'ın hâline"

kelimesi kelimesine hatırlamasam da son cümlesi tam olarak buydu ve o gün benim için bir dönüm noktasıydı.. babam haklıydı; o günden sonra galatasaray beni çok kez mutlu etti. zaman şimdi sabretme, zaman şimdi beni ziyadesiyle mutlu eden dostuma sırt verme zamanıysa ben galatasaray'ın yanında her zamankinden daha fazla olacak olanlardanım. sizi de beklerim..

#dayangalatasaray

not: kimsenin taraftarlık anlayışını sorgulamak gibi bir niyetim yok. futbolu başarı için izleyen insana da saygım sonsuz. nihayetinde ben bu şekil takım tutarım, başkası şu şekil takım tutar, şu şekil takım tutar. kimse kimsenin takım tutmasına karışamaz. eyyorlamam bu kadar!

22 Mart 2011 Salı

Ulan Galatasaray!

Biz öööle kendi hayatımızı efendi gibi yaşamaya çalışırken, ne biliyim, sağa sola salça olmadan...

Belki en büyük keyfimiz güneşin Allahına kadar vurdugu altın sarısı biramızı yudumlarken...
Birbirimize aşk acılarımızı, ''Pardon, gözüme toz kaçtı!'' hissiyatı içinde fısıldarken...
Bacağımıza sürünüp duran bir kediyi okşarken "Ooluum bu kedi hayvanı var ya, tekamül zincirinin en son halkasi lan. Buda'dan bile daha bilge lan bu hayvan!'' şeklinde naif muhabbetlerimizi yaparken...
Kanımızı dökerek kurduğumuz ayyaş cumhuriyetin en aşşağılık başkentleri Aksaray meyhanelerinde,
ileri karakolları olan parklarda...
Gökte sadece sahici bi dolunay...
Elimizde Güsel Marmara...
Şehrin götünde pireler uçuşurken
ve biz terkedilen bir sevgili nasil üşürse işte ööle üşürken...
Ve daha on yedi... on yedi... on yedi iken aşk konuşulur, di mi?
Hayır!
Biz senin adını fısıldıyorduk Galatasaray.
Bunu hiç bilmeyeceksin!

Gecenin üçünde her Türk babası gibi ayyaş bi' babanın sızmasını bekledikten sonra
yine boynumuzda sarı-kırmızı kaşkollar,
yine aynı dolunayın altında buluşup bağrında gecelemek için sana koşarken
içtigimiz o Güsel Marmara'nın bile adın kadar içimizi ısıtamadığını
hiç bilmeyeceksin Galatasaray!

1980'ler...
Sokağa çıkma yasakları...
Daha on yedi... on yedi... on yedi bile diilken
geceleri boynumuzda sarı kırmızı kaşkollar,
elimizde sarı kırmızı pankartlar,
bir militan gibi toplum polislerinden kaçarken,
ve bütün yaşıtlarımız geceleri gayrimeşru bu şehrin gayrimeşru duvarlarına "Kahrolsun Faşizm" yazarken
biz geceleri aynı duvarlara
"En Büyük Cimbom" yazdık!
Ve bütün yaşıtlarımız gündüzleri mütemadiyen Fenerli iken
biz aleme inat seni sevdik.
Komik olan şuydu;
tarihinin en zavallı dönemiymiş meğer.
Hiç şampiyon olamazdın o zamanlar
biz de zaten farkında diildik...
Hep Güsel Marmara'ydık çünkü.
Daha on yedi, on yedi, on yedi bile diildik...
"Neden Gaassaray?" diyenlere,
"Because, Güsel Marmara'yla güsel gidiyor! derdik,
ki bunu hiç bilmezsin!

Daha on yedi, on yedi, on yedi bile diildim diyom, alooooooo!

Ulan Gaassaray! Söyleyecek o kadar çok şeyim var ki sana!
Ulan, anlatacak o kadar çok hikâyem var ki Gaassaray,
anam avradım olsun hiç bilemeyeceksin!

Bu kediler var ya... Çok enteresan hayvanlar abi...

TribünDergi / ferguel

2 Kasım 2010 Salı

Çok Güzeal

Claudio Taffarel... Hazır İstanbul'a kadar gelmişken kaleci antrenörü olsa ya...

31 Ekim 2010 Pazar

Galatasaray: 2 - Antalyaspor: 1

Antalyaspor son 6 haftalık periyot gözönüne alındığında topladığı 15 puan ile ligde en iyi performansı ortaya koyan takım. Her ne kadar memleket kontenjanından sempatimi kazanmış olsa da rakibi Galatasaray olunca durmak gerekiyordu. Mehmet Özdilek 2 senedir her sene üzerine koyan bir takım yarattı. Mücadele gücü yüksek oyuncuların arasında birkaç tane de oyunu okuyabilen oyuncu serpiştirdi ve sezon başında kimsenin beklemediği bir performans ortaya koydu. Üstelik Sivasspor ve Bursaspor örneklerinde olduğu gibi kendi takımına sahip çıkan bir şehrin ekibi değil Antalyaspor. Antalya'nın yarısı Galatasaraylı ise, diğer yarısı da Fenerbahçeli'dir. Kent takımının İstanbul ekipleriyle oynadığı maçlarda dolar Atatürk Stadı. Onu dolduranlar da Antalyasporlı değildir zaten... Tüm bu destekten yoksun olarak iyi işler başarıyor Antalyaspor. En son 1999/2000 sezonunda oynadıkları Türkiye Kupası finali kulübün zirve noktasıydı. Bu sene o başarının üstüne koyma şansları var.

Galatasaray'ın ise durumu vahim. Son iki yılda yaşananlara bakarsak, bu senenin de onlardan bir farkı yok. Suçlanan futbolcular, gelip giden teknik adamlar... Birkaç sezondur bir kaos ortamının içinde hayatta kalmaya çalışıyor Galatasaray. Üstelik kriz yönetmeyi becerebilen bir Allah'ın kulu da yok kulüp bünyesinde... Geçtiğimiz hafta, 11 senelik bir aranın ardından, Şükrü Saraçoğlu'nda elde edilen beraberlikten daha çok konuşulan şey oyuncuların kendi kapasitelerinin üzerine çıkmış olmalarıydı. Bu noktadan çıkışla, aynı isimlerin Antalyaspor karşısında sergileyecekleri performans merak unsuruydu. Eğer Galatasaray hâlâ bir şeyler hedefliyorsa, bu maçtan başlayarak uzuun bir galibiyet serisine imza atmalıydı.

İki haftadır en çok dikkatimi çeken Emiliano Insua'nın yerine Hakan Balta'nın tercih edilmesiydi. Sahada sadece 4 yabancı varken, Balta'nın tercih edilmesi canımı sıkıyor. Insua da bu durumdan çok rahatsız olduğunu, sağolsun, Twitter ve Facebook hesaplarından cümle aleme duyuruyor. Hagi'nin beni mutlu eden de bir tercihi var. Lorik Cana'yı bu takıma kazandırma çabasını büyük bir memnuniyetle karşılıyorum.

Galatasaray karşılaşmaya son bir buçuk senedir yapmadığı şeyi yaparak başladı. Oyunu rakip sahaya yığdı, dönen toplara önde bastı, rakibe boş alan bırakmamaya çabaladı... Hepsinden öte, mücadele etti... Sürekli şikayet ettiğim nokta buydu aslında. Bir takım kaybedecekse, yetenek yoksunu bile olsa, en azından mücadele edip de kaybetmeli... Bu çok koymaz bana. Fakat dün gece Galatasaray'ın ilk yarım saatteki mücadelesine bakıp bunu anında Hagi'ye yormak mantıksızlığın daniskasıdır. Dün akşam görülen manzarayı Feldkamp'tan sonra Cevat Güler, Güler'den sonra Skibbe, Skibbe'den sonra Bülent Korkmaz, Korkmaz'dan sonra da Rijkaard göstermişti. Yeni bir teknik adamın yapacağı etkidir bu. Dünyanın her yerinde var böyle bir şey... Kanımca "Teknik Adam" Hagi'nin esprisi ligin ikinci yarısından itibaren ortaya çıkacaktır.

Kewell, Arda ve Baros'un kronik eksiklikleri Galatasaray'ın hücum organizasyonlarında elini ayağını birbirine doluyor. Zorunluluktan santrfor oynatılan Pino ise hiç beklenmedik şekilde son iki haftanın en çok konuşulan ismi oluyor. Galatasaray taraftarı Misimoviç'in ortasına Servet'in vurduğu kafa ile ayağa kalkıyor. İki ismin de Ankaragücü maçında taraftarın yuhalamalarına maruz kalmaları ise işin ironik yanı. Bu golü takip eden üçüncü dakikada ise sahneye Pino çıktı. Antalyaspor şoku atlatamadan ikinci golü gördü kalesinde.

Galatasaray'ın maça istekli başlayacağını bilen Mehmet Özdilek'in ilk 15 dakikada yiyeceği muhtemel baskıyı atlatmak öncelikli düşüncesiydi. Bunu başardı, bu dakidan sonra oyunda dengeyi de sağladı. Hatta Antalyaspor öne geçebileceği pozisyonlardan yararlanamadı. Savunmanın duran toplardaki acziyeti ise beklenmedik bir anda tüm oyun düzenini sarstı. İkinci yarıda ise Galatasaray adeta teslim bayrağını çekmiş bir görüntüye büründü. Oyunun hakimiyetini Antalyaspor'a teslim etti. Kaleci Ufuk'un pozisyon almaktansa ofsayt itirazında bulunmayı yeğlediği bir anda kalesinde golü gördü. Üç haftadır alınamayan 3 puanın da stresiyle skoru korumak adına daha fazla geriye yaslandı. Antalyaspor maçı çevirebilecek pozisyonlarda beceriksiz kalınca takım üç maçlık aranın ardından galibiyet yüzü gördü.

Hagi'nin üzerindeki gömlek yavaş yavaş alev almaya başlıyor. Nazaran "kolay" maçlardan boynu bükük ayrılan Galatasaray için zor maçlar şimdi başlıyor. Trabzonspor, Beşiktaş ve Kayserispor bunların sadece üçü... Galatasaray için sezonun nasıl şekilleneceği bu maçların ardından netleşecektir.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Fenerbahçe: 0 - Galatasaray: 0

Hafta boyunca içinde bulunduğu kaos ortamından saha içinde sıyrılmayı bildi Galatasaray takımı. Açıkçası Galatasaray'ın puan koparabileceğine inanmayanlar arasındaydım. Son yıllarda Galatasaray ve Fenerbahçe arasında oynanan karşılaşmalar ele alındığında "Derbidir bu, sonucu belli olmaz" klişesi pek bir anlam ifade etmiyordu. Eski Açık Sarı Desene adlı filmde Hıncal Uluç'un bu derbiye ilişkin bir çözümlemesi var. Ona göre her iki takımın kağıt üzerindeki durumları neyi gösterirse göstersin Fenerbahçe favoridir. Tek istisna Galatasaray'ın çok iyi, Fenerbahçe'nin de çok kötü olduğu durumlardır ki, yazar burada da şansları eşit olarak görmektedir. Her Galatasaraylı sinirlenir bu açıklamalara, sinirlenmelidir de... Yalnız tablo çok açık bir şekilde ortadayken, biraz doğruluk payı da verilemez mi yani?

Galatasaray, dün gece Şükrü Saraçoğlu Stadyumu'ndan tam 11 senenin ardından puan çıkarmayı başardı. Üstelik iyi oynayarak başardı bunu. Fenerbahçe'nin, Galatasaray'ın iyi oynadığı maçlarda bile bulmayı başardığı absürd golleri bir hatırlayalım... Dün bunu bile başaramadı Fenerbahçe. Maçın henüz başında Gökhan Gönül'ün topu çizgiden çıkardığı pozisyon herhangi bir maç olsa golle sonuçlanırdı, rakip Fenerbahçe olunca girmiyor işte kaleye.
11 yıldır olmayıp da dün sahada olan şey neydi peki? Hagi gelir gelmez bu kadar ani bir etki mi yaratmıştı? Olmayanlardan bahsetmek en iyisi... Hafta boyunca Galatasaray'ın durumu hakkında çıkan haberler ve Galatasaraylıların maçı pek fazla umursamıyor oluşları Fenerbahçeli futbolcular ve taraftarlar üzerinde negatif bir etki bırakmış, dünkü maçın başından sonuna kadar bu belli oluyordu. Fenerbahçe'nin kendi evinde oynadığı derbilerin değişmez kuralıdır bu ve Galatasaray ile Beşiktaş ısrarla, her sene yerler taktiği. İlk 15-20 dakikalık periyotta tribünlerden yükselen yüksek uğultuya takımın agresif, önde basan sert futbolu ayak uydurunca rakip takım maçta çabuk telaşa düşüyor. Haliyle erken gelen bir gol tüm oyun düzenini yok edip, mantığı devre dışı bırakıp, duyguları ön plana çıkarabiliyor. Neticede yenilgi kaçınılmaz oluyor. İşin Galatasaray yönünü ele alırsak, bazı futbolcuların bu maçı kendileri için son şans olarak görmesi belki de yıllardır süregelen makus talihin bozulmasında başrol oynadı. Hagi'nin Rijkaard'ın sisteminden vazgeçip orta alanı kalabalık tutması da bir başka etken. Dün gece Galatasaray, Fenerbahçe'yi kendi silahı ile vurmak istedi. Kaçırılan pozisyonları da düşünürsek kısmen başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Pino yerine sahada olabilecek bir Baros dün gece Galatasaraylıları olduklarından daha mutlu kılabilirdi. Savundaki hırçın, mücadeleci ve sert oyunuyla Lucas Neill ise benim için maçın adamıdır. Niang'ı adım atacak alan bırakmayan Avustralyalı, Servet'in pek çok pozisyonda bıraktığı açıkları da kapatmayı başardı.

Peki sevinmeli miyiz? Eğer yıllardır tek hedeflerinin Galatasaray'ı yenmek olduğunu iddia ettiğimiz Fenerbahçe ile rolleri değiştiysek, deplasmanda yenilmediğimiz için - üstelik bu 11 sene sonra oluyor - sevinmeliyiz belki. Ancak Galatasaray 9 haftanın sonunda liderin 10 puan gerisindedir ki bu açıdan bakınca aynı hislere sahip olduğumu söyleyemeyeceğim. Dünkü maçtan sonra Güntekin Onay çok güzel bir noktaya değindi aslında. Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe'nin birbirlerinden çok kopuk olmadıkları için kendilerini başarılı gördüğünü, yalnız Bursaspor ve Trabzonspor'un çok erken kopmaya başladığını güzel bir şekilde anlattı. Yine de 1 puan almış olmak değil de, yıllardır kaybetmeyi alışkanlık haline getirdiğimiz bir deplasmandan başımız önde ayrılmamış olmak güzel. Hiçbir şey için olmasa bile, bir sonraki Kadıköy deplasmanından önce "Demek ki yapabiliyormuşuz" diyebilecek olmak önemli...

22 Ekim 2010 Cuma

Hagi'nin Adının Olduğu Yerde...

I have lost myself again
Lost myself and I am nowhere to be found,
Yeah, I think that I might break
I've lost myself again and I feel unsafe...


"G.Saray benim için o kadar önemli ki, oğlumun doğum gününde bile G.Saray için buradayım, oğlumun yanında değilim." sözleriyle başladı Hagi'nin üçüncü Galatasaray macerası bugün, resmen... Zor günlerimizde kendimizi iyi hissetmek ve mümkünse ayakta durabilmek için dostlarımızı görmek isteriz yanımızda. Futbol kulüplerinin sıklıkla yaptığı şey de budur aslında. İşler sarpa sardığında yeni bir hava yakalamak için çaresizlik içinde başvurulan ilk adres kulübün efsane mertebesine yükselmiş isimleridir. Sadece Galatasaray yapmıyor bunu... Fakat bunu yapanların içinde Galatasaray'ın da yer alıyor olması, benim bu durumu makul görmemi sağlamıyor ne yazık ki.

Hagi'yi çok severim... Blogumun girişine formasını asıp, ondan alıntı yapacak kadar seviyorum işte. Galatasaray deyince Bülent Korkmaz ile birlikte nazarımda en değerli iki isimden biridir. Bu adamlarla büyüdüm ben. Bülent'in kolunu feda edişini, Hagi'nin takımın oyundan düştüğü anlarda yaptığı bir hareket ile hem takımı hem de tribünleri şaha kaldırışını nasıl unutabilirim ki? Fakat unutmadığım başka şeyler de var. Hagi'ye 2004'de, Kaptan'a 2009'da devredilen enkazları da unutmam mesela... Kulüp efsanelerinin camianın ihtiyacına sırt dönemeyeceklerini bilmeleri ve yöneticilerin bundan faydalanmalarını çok aşağılık bulurum. Her iki ismin de kulüpdeki kısa süreli teknik adamlık öykülerinin nasıl sonlandığını çok iyi biliyoruz.

Rijkaard'ın gidişi dolayısıyla üzüntüm büyüktür. Rijkaard'ın yerinin Hagi ile doldurulmasına karşı hislerim de farklı değildir. Taraftar psikolojisi çok farklıdır. 5 sene evvel "İstifa" sesleriyle uğurlanan Hagi, bugün Florya'da "I Love You" sesleriyle karşılanabiliyor. Söz konusu futbol olduğunda Türk insanının geçmiş ve gelecek bilinci kaybolur. Bu ülkede önemli olan günü kurtarmaktır. Bir nevi Carpe Diem... Gerisi boş laf.

Peki Gheorghe Hagi günü kurtarabilir mi? Bunun cevabını Hagi değil, Galatasaray yönetim kurulu vermelidir. Zira ortada kurtarılacak bir gün bile bırakmamış olanlar bizzat kendileridir. Fakat zamanı geldiğinde şartlar oluştuğu takdirde, teknik heyeti günahkeçisi ilân edip darbe yapmak konusunda durup düşünmeyeceklerdir bile. Galatasaray, kendisini Galatasaray yapan değerlerden gün be gün uzaklaşmaktadır. Karşı olduğum şey de budur. Yoksa Hagi'nin göğsü üzerinde duracak Galatasaray arması her koşulda kabulümdür.

Hülasa, daha önce zilyon kere izlediğimiz bir film yeniden vizyona girmiş oldu. Eğer elimizdeki versiyon bu kez yönetmenin kurgusu ise ve içinde alternatif sonu taşıyorsa, biraz umut etmek için hakkımız da var demektir. Ne de olsa Hagi'nin olduğu yerde Galatasaray, Galatasaray'ın olduğu yerde de umut var.

Help, I have done it again
I have been here many times before
Hurt myself again today
and, the worst part is there's no-one else to blame

18 Ekim 2010 Pazartesi

Galatasaray: 2 - Ankaragücü: 4

Fotoğrafı Ntvspor.net'den aldım. Fotoğrafa verdikleri isim "ayhan_uzuntu"... Sağ tıklayıp, masaüstüne kaydetmek istediğimde karşıma çıktı. Gülse miydim, ağlasa mıydım? İkisini birden yaptım sanırım...

8 haftada 4 mağlubiyet alan bir takım Galatasaray. Sezon öncesinde beklediğim bir şey olduğu için büyük bir şaşkınlık içinde değilim. Yine de üzülüyor insan... Gönül verdiği renklerin ve formanın gün be gün eridiğini görmek rahatsız ediyor bünyeyi. İsyan etmiyorum ama, buna hakkım yok. Yıllarca evde, sokakta, tribünde "Yağmurda, çamurda" diye haykırdıysam kendimle çelişkiye düşmeye hakkım yoktu. İsyan etmiyorum, evet, fakat kızgınlığım var birçok şeye. Galatasaray'ı Galatasaray yapan değerlerin yerinde yeller esiyor. Kızgınlığım buna...

10 sene önce Galatasaray adının olduğu her yerde umut vardı. Bugün Galatasaray'ın olduğu her yerde problem var. Üstelik Galatasaray'ın her bölgesine hükmetmiş kanserli hücreler her geçen gün büyümeye devam etmekte... Yönetim, teknik heyet, futbolcular, taraftar... Kimse kendine bakmıyor, herkes hatayı başka bir yerde arıyor. Yönetimin tuttuğu paralı askerler teknik adamı istifaya davet etmeyi bilir, fakat dikkatle bakarsanız maç boyunca takıma bir itici güç olmaktan çok uzaktırlar. İğne de çuvaldız da başkasına batırılır. Teknik heyet yaşananlardan futbolcuları sorumlu gösterir. Futbolcular mı? Onları da ikiye ayırmak gerek; yerliler ve yabancılar olmak üzere. Yabancı futbolcuların yüzüne bakarsanız bulundukları yerde mutlu olmadıklarını rahatlıkla görebilirsiniz. Yerliler ise yeteneksiz. Basbayağı yeteneksizler, evet. Buna ek olarak vurdumduymazlar. Yoksa yazının başındaki trajikomik "ayhan_uzuntu" örneğini görünce, gelecek hafta oynanacak olan Fenerbahçe maçında oynamamak için kırmızı kart görmeye çalışması ve Lviv dönüşü pişkinlikle "Havalimanında taraftar var mı?" deyişi aklıma gelmezdi aniden. Ve evet, bu adam takım kaptanı.

Galatasaray, taraftarı olduğum takım, mide bulandırıcı olmaya başladı. Bir taraftar gönlünü verdiği takım hakkında kolay kolay söylemez bunları. 2004 yılında üniversite dolayısıyla İstanbul'a gittiğim sıralarda Galatasaray-Kayserispor maçı sayesinde ilk kez tanışmıştım Ali Sami Yen Stadyumu ile... Çok maça gittim sonraları... Bana refakat edecek bir arkadaşımı bulamadığımda bile Kayışdağı'ndan atlayıp tek başıma gittim defalarca. Bir zaman sonra stadyumda gördüğüm pek çok şey soğuttu beni tribünden. Küçükken hayalini kurduğum yer değildi artık orası. Gelinen nokta itibariyle rahatlıkla söyleyebilirim ki Galatasaray tribünleri bu ülkenin görüp görebileceği en kötüsü. Kendisi ile aynı fikirde olmayan aklıselim taraftarları şiddet kullanarak tribünden atan, ısrarla Fatih Terim lehinde tezahürat yaparak vizyonsuzluğunu herkese kanıtlayan bir güruhla benim paylaşabileceğim hiçbir şey yok. Her ne kadar beni onlardan ayıran çok fazla şey olsa da "Galatasaray taraftarı" denildiği zaman bir şekilde içine dahil olacaksam, bundan da her zaman utanacağım sanırım. Galatasaray taraftarının son 15 senede sadece 2 şampiyonluk görmüş Beşiktaş taraftarından öğreneceği çok fazla şey var...

2 Ekim 2010 Cumartesi

Karabükspor: 2 - Galatasaray: 1

Öncelikle (Bkz; En güzeli Galatasaray'ı üzgünken sevmektir)

Her taraftarın gün gelip de bilincinin oturacağına inanan biriyim. Liselilerden nefret ederim. Lise çağındayken kendimden bile nefret ediyordum. En büyük uğraşınız, hayattaki tek derdiniz ya karşı cinse kendinizi beğendirmek ya da her pazartesi sabahı tuttuğunuz takımın muhabbetini yapmaktır. Arkadaşlar arasında tartışırken kurulan cümleler koymalar, çakmalar ve geçirmeler üçgeni arasında döner. O yıllarda biri çıkıp "geleceğe dair en büyük korkun nedir" diye sorsaydı, gün gelip de içimdeki Galatasaray sevgisinin kaybolup gitmesi olarak yanıtlayabilirdim. Sevgiden kastım neydi peki? Takım kazandığında formayı giyip sokağa çıkmak; kaybettiği zaman yatağı yorganı yumruklayıp, ertesi gün okuldan kaçmak mıydı?

Böyle bir adamdım ben. Artık yapmıyorum bunu. Kaybedilen maçların ardından spor programlarına rastlamamak için televizyonu bile açmazken, artık Rıdvan Dilmen'e dahi katlanabiliyorum. Değişen ne peki? Maçlarını mı takip etmiyorum Galatasaray'ın, parama kıyıp lisanslı ürününü almaktan vaz mı geçiyorum, maça mı gitmiyorum? Gayet de devam ediyorum bunları yapmaya. Ancak yenilince "Ulan dünyanın sonu geldi! Yarın Fenerbahçeli arkadaşlarıma ne diyeceğim" diye ağlayıp zırlamıyorum. Sorunu da aslında tam bu noktada buluyorum? Tuttuğum takımın kazanmasını takımımı iyi bir yerde görmek için değil, aslında kendi kıçımı kurtarabilmek için istiyordum. En yakın arkadaşım Fenerbahçeliydi ve ben onun Galatasaray'ın kaybettiği gecenin sabahındaki halini görmek istemiyordum. Kendine dahi yararı olmayan bir ergenin hayatın anlamını yüklemeye çalıştığı şeyin taraftarlık olmadığını öğrenmem biraz daha sonralara rast gelecekti.

Mesela 2 Kasım 2001 Bursaspor-Galatasaray maçı bir milatdır benim için. Taraftarlık bilincinin oturması diye bir şey varsa, benimki o gün bulmuştur yerini. Galatasaray sezonun ilk yenilgisini Bursa'da çok ağır bir skorla alınca, bendeki kayış kopmuştu haliyle. 15 yaşındayım ve sinirden evin altını üstüne getiriyorum. İşin belası, dün gibi de hatırlıyorum. Şimdi o halimi elime geçirsem, boğazına yapıştığım gibi en yakın kirişin orta yerine sokarım. Bir an sonra karşımda babamı buluyorum. Diyor ki:

- Seninki de taraftarlık mı be? Ben 14 sene şampiyonluk görmedim. Sen ise bu takımın en başarılı zamanlarına bu genç yaşında tanıklık ettin. Bir yenilgiyle yaptığına bak. koskoca Galatasaray senin gibilere kalacaksa, vay bu takımın haline!

Tam olarak olmasa da bunun gibi bir şeydi. O an herhalde suratının orta yerine odunu yemiş, etrafına boş boş bakarken ağzından akan suya söz geçiremez bir ifadem vardı. Çok şey değişti o günden sonra.

Baştaki 'bakınız' ile devam edelim... 2004 yılında, ben daha sözlükte okur bile değilken girilmiş... Galatasaray mı? Görseniz, 2002'deki haline duacı olursunuz. Söz konusu yazı ise bir şekilde gözüme ilişmiş. O kadar etkilenmişim ki, çıktı alıp yatağımın baş köşesine asmışım. O gün bugündür, Galatasaray'ın yenilgilerinden sonra yatağa giderken gecemin uykusuz geçmemesini sağlar bu yazı.

...ve umnica'nın bundan zerre haberi yoktur...

-----------------------

#20487884.

24 Eylül 2010 Cuma

İlk Adım

Bir masaldı aşkımız
sisler bulutlar ardında...