27 Ağustos 2010 Cuma

Vizyon

Aslında Galatasaray başkanın vaatleri ile diğer kulüp başkanlarının vaatlerini karşılaştırınca kulüplerin vizyonlarını yakalamak mümkün. En muhalefet Galatasaraylı Hıncal Uluç dahi geçtiğimiz sezon başında Rijkaard'ın getirilmesini "Galatasaray'ın vizyonunu ortaya koyduğu" şeklinde açıklamıştı. Aziz Yıldırım cephesine baktığımızda Daum'un getirilmesi düpedüz lig şampiyonluğu üzerine kurulmuş bir sistemdi, ki kaçırılan şampiyonluğun ardından Alman hocanın gönderilmesi bu öngörünün doğrulunu kanıtlar nitelikte.

Galatasaray Avrupa'dan kupa getirir ya da getiremez, önemli olan da bu değil zaten. Önemli olan bu kulübün vizyonunun Türkiye'deki diğer kulüplerden çok ötede olmasıdır. Galatasaray'ın kuruluş amacına baktığınızda "Türk olmayan takımları yenmek" ibaresi göze çarpar. Bugüne kadar hep böyleydi bu. Galatasaray'ın en başarılı dönemine tanıklık etmiş bir neslin ahvadıyım. Galatasaray'ın en başarılı dönemine tanıklık ettim. Diğer kulüplerin depremine ligde alınan başarısız sonuçlar neden olurken, Galatasaray'ın felaketini Avrupa'daki yıkım getirirdi. Kulübün vizyonu bunu emrederdi çünkü.

Başarısızlığı bir yere kadar kaldırabilir taraftar. Ancak yenilginin geliş tarzı da önemlidir. 2000 yılında Galatasaray, Real Madrid'i devirirken oyuncu kalitesi rakibinden daha yüksek olduğu için mi ulaştı zafere? Hiç de değil. O takımda bir şeylere isyan vardı. 17 Mayıs'da Hagi oyundan atıldıktan sonra sahada eksik oynadığını hisseden takım Arsenal'di, Galatasaray değil... Aynı maçta omzu çıktığı halde gemisini terk etmeyen adam Galatasaray kaptanıydı...

Galatasaray, Karpaty Lviv'e elenerek Avrupa Ligi'ne henüz ağustos ayında veda etti. Takımın İstanbul'a dönüşünde başı eğik takım otobüsünün yolunu tutan adam Lucas Neill, yenilen golün ardından zemini yumruklayan adam ise Milan Baros... Takım arkadaşlarını havalimanında bırakıp taksiyle evinin yolunu tutan adam bu takımın kaptanı... Uçaktan iner inmez güvenlik görevlisine vurdumduymaz bir sırıtmayla "Dışarıda taraftar var mı?" diye soran adam ise aynı takımın ikinci kaptanı. Başarısızlığı, yenilgiyi hazmedebilirim, fakat bu adamların Galatasaray forması giymesini hazmedemem.

Karpaty Lviv: 1 - Galatasaray: 1

İki sezon önce Ali Sami Yen'de 2-0 önde götürdüğün maçı kaybetmesen yıllar sonra çeyrek final oynayacaksın... Geçtiğimiz sezon deplasmanda aldığın avantajlı skoru kendi evinde koruyabilsen kupanın kaderini değiştireceksin... Bugün ise 90'da kaptığımız turu 90+'da veriyoruz ve Avrupa kupalarına grup aşamasını dahi göremeden veda ediyoruz. Hani "Düşler Sahnesi"ydi bu? Basbayağı kabus yahu!

Perşembenin geleceği çarşambadan bellidir hani. Bundan 10 sene önce Galatasaray Avrupa'nın zirvesine bayrağını diktiğinde Karpaty Lviv uluslararası arenada ilk defa mücadele veriyordu. Hoş, o yıldan sonra ilk defa bu sezon buldular aynı fırsatı. Ve elediler Galatasaray'ı... Bir saygınlığı, bir vizyonu vardı Galatasaray'ın... Deplasmanda kaybedebilirdi, ancak Ali Sami Yen'e giren kaderine razı olurdu. Lafın özü ismi dahi saygı uyandırırdı...

Hep söylenen şeyler aslında... Zamanında Real Madrid'e, Milan'a, Liverpool'a kafa tutan takım gün itibariyle Karpaty Lviv'i nasıl eleyeceğinin muhasebesini yapıyor. Sokaktaki adama sorsak "Karpaty hangi ülkenin takımıdır?" diye, ne cevap verirdi ki? Galatasaray bugün beklenmeyeni değil, bekleneni verdi aslında. Sakatlıkların bel büktüğü, saha içi iletişimin yetersiz kaldığı; sağ kanadın Serdar'a, savunmanın solunun Hakan Balta'ya, geri kalan her şeyin ise Allah'a emanet edildiği bir yerde başka bir sonuç beklemek düpedüz hayalcilik olurdu. Herkes biliyordu bu geceki senaryoyu, sadece birbirlerine söylemeye korkuyorlardı. Galatasaray 90'ıncı dakikada bulduğu golle kaptığı turu, uzatma dakikalarında yediği gol ile rakibe geri verdi. Lakin bundan çok daha vahim bir durum var ortada. Aydın'ın attığı golden sonra Galatasaray kulübesinin halidir bahsetmeye çalıştığım. Galatasaray'ın yıllar sonra içinde bulunduğu durum budur.

Galatasaray kulübesinde yalnız bir adam var. Atılan gollerde futbolcunun yıldızlaştığını, yenilen gollerde ise teknik adamın topa tutulduğunu çok iyi biliyor o. "Yıldız futbolcularla babam da şampiyon olur" diyen zihniyet tarafından hiçbir zaman anlaşılamayacak... Sorunumuz fevri davranmak bizim, derin nefes almamak... Yoksa Barcelona'nın Avrupa şampiyonu olurken Bursaspor'a veya OFK'ya karşı değil; Chelsea'ye, Arsenal'e, Milan'a karşı oynadığını düşünememiş olmak mümkün değil.

Başkan Adnan Polat 80 gündür "Transferler geliyor" diyor... İkinci başkan Mehmet Helvacı "Harcadığımız milyonlar 2-3 maçın kaybedilmesinden daha önemlidir" açıklamasıyla 'vizyon' farkını ortaya koyuyor. Bir şekilde Galatasaray'ın cenazesini kaldırıyoruz bu gece... Başlamadan biten bir sezon... Mehmet Helvacı helvaları yapar artık, Adnan Polat da dağıtır...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Galatasaray: 0 - Bursaspor: 2

Yanılmıyorsam yıl 2004. Galatasaray, tarihinin en kötü sezonlarından birinde kıvranıyor... Alınan bir başka yenilginin ardından Vatan Gazetesi fotomuhabiri olan Halid Kayacan takımın o dönemki halini olduğu gibi anlatan bir fotoğraf çekmişti. "Galatasaray Ruhunu Arıyor" başlıklı fotoğrafta dizleri üzerine çökmüş, avuçladıkları çimlere bakan birkaç Galatasaraylı futbolcu tek bir karede toplanmıştı. Daha sonra 'yılın spor fotoğrafı' seçilen fotoğraf kelimelerle anlatılamayacak pek çok şeyi anlatıyordu. Şimdi düşünüyorum da o dönem Galatasaray'ının aradığı belli bir şey varmış: Ruh. Bir de bugünkü Galatasaray'a bakıyorum, koyduğu yeri unuttuğu çok fazla şey var ve arayışa hangisinden başlayacağını bilmiyor.

Kullandığı 18 köşe vuruşunda karambol bile yaratamayan, ceza sahasına yaptığı yaklaşık 50 ortadan sonuç alamayan, savunmadan atılan 50 metrelik toplarla Baros'u pozisyona sokmayan çalışan bir Galatasaray... Sonuç? Bu sezon oynanan 5 resmi maçta elde edilen tek galibiyet. Her ne kadar son şampiyona yenilmiş olsak da işin taktiksel boyutudur bu saydıklarım. Belli bir yere kadar tolere edilebilir. İşin vahim olan tarafı ise bunun yapılamaması zaten. Geçtiğimiz sezon başında, Rijkaard'ın gelişiyle bu takımda bir şeylerin değişeceğine, Türk futbolunda bir devrimin baş rolünü oynayacağımıza inananlar, ısrarla bunun savaşını verenler dün itibariyle kendileriyle çelişkiye düşmüşler, deyim yerindeyse kovuklarına çekilmişlerdir. Rijkaard'ın teknik adamlığını, futbol bilgisini tartışacak değilim. Buna niyeti olanlar bile zihniyet tarafından sindirilirken, ben Hollandalı'nın bir başka yönünü çekiştirmeye çalışacağım. Türkiye'ye geldiğinde kimse bu adama Türk futbolunu tanıtmamış. Geride bırakılan bir yılı aşkın sürede de Rijkaard öğrenmeye çalışmamış. En hararetli mücadelenin orta sahada başladığı bir ülkede sözleşmede zorunlu kılınmışcasına 4-3-3 oynatıp - üstelik tutmayacağını bile bile - Ayhan, Barış ve Mustafa'nın günah keçisi olmasını başka bir şeye yoramıyorum ben. Dün gece topu kaybettiği noktada kapmaya çalışan bir Bursaspor vardı. Bir eksik orta sahayla mücadele edeceksen şayet, bunu kapatacak adamın olması gerekmez mi? Yoksa, yönetim vermiyorsa, da ısrar etmeye anlam veremiyorum.
Galatasaray'ın sorunları taktiksel mi? Kesinlikle değil! Galatasaray'ın sorunu transfer mi? Bunu iddia eden taraftarı odunla kovalamak geliyor içimden. Peki Galatasaray'ın sorunu Barış-Ayhan-Mustafa üçlüsü mü? Bu adamlarla şampiyon olduğumuzu, Feldkamp'ın Galatasaray'ında Barış'ın sevilen adam olduğunu hatırlarsak, bu da değil! Son tahlilde Galatasaray'ın sorunu Adnan Sezgin mi? Kulüpte yönetici bile olmayan, maaşlı bir çalışan ne kadar suçlu olabilir ki? Aynı mantıkla takımın malzemecisinin de istifaya davet edilmesini beklerim ben. Galatasaray'ın sorununun ne olduğunu kimse bilmezken benim "Şudur" demem doğru değil. Ancak "Şunlardan biridir" diyebilirim, taraftara işaret edebilirim. 90 dakika boyunca takımına sesini duyuramayan, ancak iş transfer istemeye ve istifa görmeye gelince avazı çıktığı kadar bağıran güruhtan bahsediyorum. Adnan Sezgin'e, Rijkaard'a, futbolculara inleyip; Haldun Üstünel'i, Nonda'yı bağrına basan adamla ben tribünde bir olamam. Taraftar transfer istiyor. Son yıllarda başka bir şey istediğini görmedim zaten. Ve bu transferin de Haldun Üstünel tarafından yapılabileceğine inanıyor. Bunların hepsi doğru olsa bile Haldun Üstünel'in transferleriyle ligde arka arkaya bir beşincilik ve bir üçüncülük aldığımız unutuluyor. Sırf bu çıkarıma dayanarak bile taraftarın transferi başarıdan daha çok istediği yorumu yapabiliriz. Samimiyetsizliğin önplana çıktığı bir başka nokta ise Adnan Sezgin'in istifaya davet edildiği andır. Adnan Polat ve yönetimini istifaya çağıramayanlar "memur Sezgin"i günahkeçisi ilan etmişlerdir. Hani "başarılar gelir geçer, asaletin bize yeter"di, ne oldu şimdi?

Önümüzdeki birkaç gün içinde Galatasaray'da olmasını istemediğim pek çok şey olacak gibi. Yönetimin kamuoyunun ve taraftarın baskısına direnemeyeceğinden çekiniyorum. Kimsede kimsenin arkasında duracak cesaret yok. Taraftarın kendi muhasebesini yapmaya cesaretinin olmayışı gibi...

Gelinen şu noktada bir şey daha düşünüyorum. Türk Telekom Arena her ne kadar 29 Ekim'de teslim edilecek, ligin ikinci yarısında da oynamaya hazır hale gelecek olsa da Galatasaray yönetimi radikal bir kararla stadyumun açılışını gelecek sezon başına ertelemeli. Aksi takdirde o stadyumun açılışı hüsran kelimesinin tam anlamını karşılar.

20 Ağustos 2010 Cuma

Galatasaray: 2 - Karpaty Lviv: 2

2000 yılında Fatih Terim, Galatasaray çatısı altında yapabileceği her şeyi yapmış ve İtalya'nın yolunu tutmuş... Lucescu, yeniden Fatih Terim, Hagi, Gerets, Feldkamp, Skibbe, Bülent Korkmaz... Hepsinin buluştuğu tek bir ortak payda var, o da külüpten ayrılış hikâyeleri. Peki bu adamların hepsi mi hatalıydı? Haklı olan, işin doğrusunu bilen hep taraftar ve yönetim miydi? Galatasaray, 2000 yılında Arsenal'i devirdiğinde İngiliz devinin başındaki isim Arsene Wenger'di. Bugün bakıyorsunuz aynı koltuk ısrarla aynı adama emanet. Üstelik geride bırakılan 10 yılda Manchester United ve Chelsea gibi takımların uzak ara gerisinde kalmasına rağmen. Bu noktada 1996/97 sezonunu hatırlayalım. Galatasaray ligin ilk dört haftasında sadece 7 puan alabilmiş, daha da kötüsü 4.haftada ağırladığı Fenerbahçe'den Ali Sami Yen'de 4 tane yemiş, maçın ardından istifasını sunan Fatih Terim'in isteği tüm bunlara rağmen yönetimce geri çevrilmişti. Öykünün geri kalan kısmını herkes biliyor.

Galatasaray dün gece büyük bir hayal kırıklığına imza attı. Yalnız beklenmeyen bir şey değildi ki bu! Kuralar çekildiği günden bu yana hiç kimse turu rahat geçebileceğini dile getirmiyordu. Aksini de iddia ettiklerini duymadım, bunun da nedeni çekinmeleridir. Burada uzun uzun Aykut'u, Ali'yi, Barış'ı, Ayhan'ı, Hakan'ı, Serdar'ı yerden yere vurmayacağım. Zira maruz kalınan tabloda bu adamlara bir suç bulamıyorum ben. Bir kulüp futbolcuyu getirir, sahaya koyar. Futbolcunun kapasitesi o kadar diye, futbolcuyu suçlayamazsın. Hele hele sahada formanı giymiş olan futbolcuyu yuhlayamazsın. Evet, pası burada Galatasaray "taraftarına" atıyorum.

Galatasaray tribünlerinde bir çoban-koyun ilişkisi mevcut. Üzülerek söylüyorum ki bu alışkanlık her geçen gün biraz daha büyüyor. Büyük bir çoğunluğunu lise çağındaki gençlerin oluşturduğu bu taraftar profilinin takımlarına hiçbir yararı yoktur. Maç bileti alabilirsin, forma alabilirsin, boynuna atkını da takıp stadyumun yolunu da tutabilirsin... Ancak bu şekilde taraftar olamazsın. Resmini çizdiğim taraftar portresi kendinde "en iyisi benim, çünkü ben oradayım" yetkisi görebilir, görüyor da. Pek çok Galatasaraylı'nın sırf bu sürü psikolojisine olan nefretlerinden ötürü maçları evinde izlemeyi yeğlediğini biliyorum ben. Çünkü Eski Açık ve Kapalı'yı dolduran taraftarın neredeyse hepsi transfer taraftarıdır. Tek bildikleri şey havalimanı basıp sırtlarına aldıkları futbolcuyu iki maç sonra hakaretlerle kulüpten göndertmek, kazanamayan takımı yuhalamak, derbilerde gol yeyince sus pus oturmaktır. Yine de sorsanız buna hakları vardır, "sahadaki futbolcular Metin gibi olmalı" derler. Ben adım gibi biliyorum ki Metin bugün sahada olsa, yaşayacakları Ali Turan'ın, Aykut Erçetin'in, Arda Turan'ın yaşayacaklarında farklı olmayacak... Sezonun daha ilk karşılaşmasından beri ağızlarından tükürükler saçarak haykırıyorlar "Rijkaard gitsin, o gitsin, bu gitsin, Adnan Sezgin istifa etsin" diye... Asıl siz gidin yahu. Düşün artık şu kulübün yakasından. Hani korkuluyor ya Türk Telekom Arena'da Galatasaray'ın taraftar profili değişecek, stadyumu "seyirci" dolduracak diye, ben tam da arkasındayım bu görüşün. Birçoklarının beğenmediği, 'çekirdekçi' yaftası yapıştırdığı grup doldurmalı Türk Telekom Arena'yı... Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe tribünlerinde yaptığı operasyonun bir benzerini Adnan Polat hayata geçirmeli. Galatasaray'ın kurtuluşu buradadır, transferde ya da teknik adam değişimde değil...
Daha önce de çok kez söyledim, zilyon kere daha söylerim. Sahadaki Galatasaray'da görmekten en çok üzüntü duyduğum nokta başarısızlığa olan alışkanlık. Ters giden skora isyan edecek, yeteneği elvermese de çabasıyla bu boşluğu gidermeye çalışacak bir Galatasaray görmek istiyorum ben. "Geriye düştük ama çeviririz biz bu maçı" dediğimiz günleri özledim. Takım kaptanının saha içinde yeni gelen transferi terslemediği, "Sen kimsin" tavırları takınmadığı; sahdaki onbir adamın birbirine güvendiği bir Galatasaray'ı görmeyi özledim.

Harry Kewell'a bakıyorum... Dün akşam oynadığı futbolla, mücadelesiyle Galatasaraylıların bu adamın neden arkasında bu kadar durduklarını gösterirken, adeta bıçak zoruyla kendisine sözleşme imzalatan yönetimi de utandırdı. O ünlü reklam filminde diyor ya hani "Ben Galatasaraylı Kewell'ım" diye, onu gördükçe 2 senede gerçekten nasıl bir Galatasaraylı olduğuna inanıyorum. Dün akşam Milan Baros ile birlikte yenilgiye isyan eden, bir şeyleri değiştirmeye çalışan iki isimden biriydi Kewell. Galatasaray'ın beşinci sınıf bir Anadolu takımı olmadığını, koskoca Galatasaray olduğunu bu adam hatırlatıyor bize. O yüzden dün geceki maçı skor 2-0 olduktan sonra taraftarın takımını yuhladığı, yönetimi ve hocayı istifaya davet ettiği bir maç olarak değil, aynı dakikalarda Kewell'in isyan bayrağını çekip çırptığı elleriyle takımını şaha kaldırmasıyla hatırlayacağım.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Bir Zamanlar Sabri Sarıoğlu

Resim arşivimden. Arşiv derken... UEFA zaferi sonrasında gazete ve dergilerden kestiğim resimleri yapıştırmak suretiyle defterler oluşturmaya başladım. Galatasaray'ın maçlarının ardından ertesi günkü gazeteler güzel kaynaklardı mesela. Kaç tane defterim oldu kim bilir? Üşenmeden yıllarca derledim onları. İki sene önce bıraktım...
2001/2002 sezonu yeni açılmış. Takımın başında Lucescu var. İmkânsızlıkların had safhada olduğu bir lige hazırlanıyor Galatasaray. Öyle ya yapılan transferlerin tamamına yakını kiralık... Altyapıya yöneliyor Rumen teknik adam. Sabri'yi görüyor, yakasından tutup A Takıma çıkarıyor. Yorumlara bakılırsa Sabri süper bir yetenek ve gelecekte müthiş bir yıldız olacak. Olurdu belki... Sözü edilen gelecekte orta saha oyuncusundan devşirme bir sağ bek olmasaydı eğer...
Sabri bu takım için önemli. Ben buna inanıyorum artık. Evet savunmada çok adam kaçırıyor, evet ofsaytı bozuyor, evet şutları dağları taşları buluyor, evet orta yaparken kafasını kaldırmıyor... Fakat sahada neyi varsa onu veriyor. Her futbolcu yeteneğiyle önplana çıkmaz, bazıları hırsıyla kapatır bu açığını. Ve her takımda Sabri gibi bir oyuncu vardır mutlaka. Üstelik buna ihtiyaç da vardır...

15 Ağustos 2010 Pazar

Sivasspor: 2 - Galatasaray: 1

3 sezon önce, Galatasaray bir geleneği devam ettirip, Kadıköy'de Fenerbahçe'ye 2-0 yenilince çok sevdiğim Fenerbahçeli bir arkadaşım "Abi dün akşamki takım Galatasaray mıydı? O Barış Özbek, Serkan Çalık falan, kim bunlar? Sokakta görsem tanımam. Nasıl Galatasaray'ın futbolcusu olabiliyor bunlar"a çıkan bir yorum yapmıştı. O vakitler Ali Turan yoktu tabii... Aksi durumda yorumu da farklı olabilirdi.

Galatasaray sezonu dün akşam Sivasspor deplasmanında açtı. Sabri'yi mumla arayan bir Galatasaray, her şeyin izahatıdır aslında. Öyle ya dün akşam sahaya Galatasaray adı altında çıkan takımın herhangi bir Anadolu kulübünden farkı olmayınca ortaya denk güçlerin mücadelesi çıkıverdi bir anda. Rijkaard'ın gelmesiyle birlikte Türk futboluna yeni bir soluk geleceğine inananlar bile yavaş yavaş kovuklarına çekiliyor. Hollandalı'nın Türk futboluna katkı yapmasını beklerken, Türk futbolu Hollandalı'yı kendisine benzetiyor. Maçın sonlarından yenilginin bir getirisi olarak Sivasspor antrenörünün üzerine yürümesini ben başka bir şeye yoramıyorum maalesef. Daha ligin ilk haftasında ne yapacağını bilmeyen, bu denli agresif bir takım izliyorsak, Galatasaray'ın kendine tahammülü kalmamış demektir.

Yıllardır Galatasaray'ın kapanmayan yaralarından biridir uzun toplar. Elindeki futbolcuların teknik yetersizliği gayet ortadayken Hagi, Gerets, Skibbe, Feldkamp, Rijkaard ayrımı yapmaksızın doldurt boşaltlar ile sonuca gitmeyi felsefe benimsemişiz. Eczanelerde ilacı satılmıyor bunun. Rijkaard'ın gelişiyle birlikte topu ayağında tutan, yerden kısa toplarla kaleyi bulmayı amaçlayan bir Galatasaray beklentim vardı. Takımın çapı ortada, ancak en azından beceriksizce de olsa bunu deneyen bir takım görmekti niyetim. "Maçın başında Neill'in uzun topuyla bulduk golü" demesin kimse. Bozuk saatin bile günde iki defa doğruyu gösterdiğini bilmiyor musunuz?
Galatasaray'ın en büyük sorunlarından biri de öne geçtiği maçlarda skoru koruyamaması. Taç kullanırken oyunu soğutmaya çalışmaktan ya da yere düşüp kalkmamaktan bahsetmiyorum. Özellikle son iki sezonu ele aldığımızda Galatasaray'ın kaybettiği kritik puanların neredeyse tamamının bu acziyetine bağlı olduğunu görüyoruz. Bu sezon da üç resmi maçta iki kez yaşadık bunu. Galatasaray'ın sorunu orta sahaya yapılacak iki transferden çok öte...

Tek tek isim vermeye gerek yok. Görünen köy kılavuz istemiyor neticede... Galatasaray'ın ilk 11'inde yer alan isimlerin neredeyse yarısını bu takımın taraftarı formayı giyerken görmek istemiyor. Bu bir gerçek... Takımın bu manzara ile karşılacağını bilmek için Nostradamus olmaya gerek yok. Adnan Polat yönetimi de bunu biliyor. Öyle olmasını istiyorum... Taraftar transfer istiyor, Türk Telekom Arena'yla gözünün boyanmasını değil... Ancak Galatasaray'ın sorunu öyle 1-2 transferle çözülecek gibi de değil. "Bu iş yıldızlarla olmuyormuş, mücadele eden bir takım kuracağız" demek çözüm değil. Aksine bu iş elbette ki yıldızlar oluyor. Ancak yıldızları yönetmeyi beceremeyen bir zihniyet böyle bir açıklama yapar çünkü. Tüm bunların yanında "Oooo Haldun Üstünel", "Üşüyoruz Haldun reis" gibi çatlak sesler çıkaran taraftar da en az yönetim kadar mantıksız. Haldun Üstünel'in varlığında da bir üçüncülüğü bir de beşinciliği var bu takımın. Dedim ya, yıldızı getirip gerisini koyvermeyeceksin, yapıcı olacaksın. Dövmeyeceksin mesela... Sonrası her halükârda gelecektir zaten.

Yıllar sonra ilk defa Galatasaray adına bir sezonu bu denli merak ediyordum. İlk maç itibariyle beklediğimi buldum. Sahadaki Galatasaray'ın geçtiğimiz seneden tek farkı formasının rengi. Yırtık dondan çıkar gibi felaket tellallığı yapmaya benzeyecek belki ama sanki "33 kahır haftası" bekliyor bizi. Lego oynarken uygun parçayı bulamamış gibi her sene takımı yapıp bozan, transferlerini ligin başına yetiştiremeyen bir takım için olumlu bir senaryo yazamıyorum. Salı ve çarşamba geceleri 21:45'de heyecan yaşamaya alışmıştı kalbim. Kaç senedir unutunca bunu teklemeye başladı, o da anladı bir sorun olduğunu. Başarısızlık değil de bu alışmışlık hali canımı sıkıyor işte. Belki de boşuna telaş ediyoruz. Ne de olsa Sivas, Eskişehir, Bursa, Kayseri, Trabzon, Fenerbahçe sürekli kaybettiğimiz deplasmanlar... Bu deplasmanlardan birinin sadece ilk haftaya denk gelmiş olduğunu mu düşünelim? Evet, biraz fazla Pollyanna'yız sanırım.

13 Ağustos 2010 Cuma

Transferin Bünyeye Etkisi

Beşiktaş taraftarı tatlı bir telaş içinde. Olmasınlar mı yani? Kadro Ricardo Quaresma ve Guti Hernandez gibi iki büyük isimle desteklenmiş, yönetsin diye de Bernd Schuster'e sunulmuş... Geride bıraktığımız iki sezonu bir Galatasaraylı gözüyle değerlendirmeye kalkınca hayata siyah-beyaz bakanların hislerini anlamamak mümkün değil. Bandı yakın geçmişe saralım... Aziz Yıldırım'ın Türk futbolunda kulüp yöneticiliği bakımından açtığı çığır, kabul etsek de etmesek de ortada. Nasıl ki diğer kulüpler Galatasaray'ın Avrupa şampiyonluğunun ardından hedeflerini büyütmek zorunda hissettilerse, aynı şekilde, Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe'yi kurumsal anlamda getirdiği nokta diğer kulüplerin yöneticilerine örnek oldu. Kısa süre içinde yapımı tamamlanan Şükrü Saraçoğlu Stadyumu, Fenerium'un her yıl üstüne koyması ve kombine satışlarında Galatasaray ve Beşiktaş'ın kendilerini ancak yakalayabilmesi... Tabii bunların kısa vadede Fenerbahçe'ye getirisi bol oldu. 'Her sezon için bir yıldız" parolasıyla yola çıkan Fenerbahçe yönetimi diğer kulüplerin ulaşmasının zor olduğu bir strateji belirlemişti. Ortega, Hooijdonk, Kezman, Alex, Anelka, Roberto Carlos ilk tahlilde aklıma gelen isimler... Lafı şuraya getireceğim: Fenerbahçe bu isimleri Türk futboluna kazandırırken ülkenin diğer iki büyüğü transferde hangi rotayı takip ediyordu? Ya da etmek zorunda kalıyordu?

Galatasaray'ın aynı dönemde Almaguer, Petre, Bratu, Christian, Felipe, Pinto, Conceicao gibi oyunculara tamah ettiğini unutmamak gerek. Sürpriz bir şekilde kulübe kazandırılıp, tam da zamanın yönetiminden beklenildiği üzere uçup giden Ribery'i es geçmek gerek. O başka bir filmin konusu... Her ne kadar kendimize itiraf etmekte zorlansak da, o vakitler havalimanına inen uçaklar hangi Fenerbahçeli futbolcuyu getirecek diye en az Fenerbahçeliler kadar merak ederdik biz de. Dile getirmekte güçlük çeksek de kıskanırdık. Her taraftarın yapacağı budur...
Adnan Polat dönemiyle birlikte Galatasaray transfer politikasını değiştirdi. Bunda yapımı tamamlanmak üzere olan Türk Telekom Arena'ya güvenilmiş olmasının payı ne kadardır bilemeyeceğim ama bir taraftar işin o boyutunu düşünmez zaten. Yöneticileri eleştirmek kolaydır, ancak taraftar her zaman saha içine bakar. Neyse... 2 senelik bir dönemde takıma kazandırılan Lincoln, Kewell, Baros, Meira, Elano, Keita, Neill, Dos Santos ve Jo Alves transferleri ile Galatasaray kendi özüne aykırı olanı yapmayı denedi. Elde başarıları takım harmonisine borçlu olan kulüp, Frank Rijkaard yönetiminde farklı bir yol denemeye kalktı. Aynı süreç içerisinde takım ligde bir beşincilik bir de üçüncülük elde etti. "Bakın, yıldız transferiyle olmuyormuş" demek kitlelerin kolayına gelirken, "Transferi yapmak, gerisini koyvermekten" bahseden pek yoktu.

Beşiktaş'ta ise yönetim ile taraftarın arası geçtiğimiz sezon iyiden iyiye açıldı. Özellikle Galatasaray ve Fenerbahçe'nin sükseli transferlerinin akabinde kulübün Gaziantepsporlu Tabata'ya 8 milyon Euro ödemesi bardağı taşıran son damla oldu. Demirören aldığı tepkiler yüzünden haftalarca İnönü Stadyumu'nda maç izlemedi. "Yeter Yıldırım Demirören" seslerine o gün bugündür aşinayız.

Bu sezon ise her şey bambaşka siyah-beyazlı kulüpte. Demirören yönetimi Beşiktaş'ın hedeflerini olması gerektiği gibi yükseklere çekerek, yıldız isimleri takıma kazandırdı. Bu transferlerle birlikte başta taraftarlar olmak üzere camiaya özgüven aşılandı. Öyle ki bazı Beşiktaşlılar internet üzerindeki bloglar ve sözlüklerde daha önce Türkiye'ye gelen Elano, Keita, Anelka, Kezman gibi isimleri hiçe sayarak, gerçek yıldızların Quaresma ve Guti olduğunu iddia etmeye başladılar. Bu şahısların ergenlik döneminden çıkmak üzere olduklarını tahmin ediyorum. Keita ve Elano'nun Dünya Kupası'nda yer aldığını, buna karşılık dünya futbolunun tutunamayan yıldızı Quaresma'nın boş geçtiğini hatırlatmak boynumun borcudur. Guti'ye ise bir kılıf bulamıyorum. Bu adamın önünde ancak saygıyla eğilirim.

Her şeyin ötesinde Beşiktaş'ın önünde Galatasaray ve Fenerbahçe gibi iki örnek duruyor. Yıldız yönetimini başaramayan bu iki kulübün düştüğü en büyük hata havalimanı karşılamalarının yarattığı kaos ortamı ve dolayısıyla futbolcuların kendilerini ulaşılmaz hissetmesiydi... Beşiktaş da bu bakımdan sınıfta kaldı. Bu demek değil ki Beşiktaş da diğerleri ile aynı kaderi paylaşacak. Önemli olan diğer hataların kopya edilmemesi. Alın size önümüzdeki sezon Beşiktaş'ı yakından takip etmek için bir neden daha. Yoksa başarı tabii ki kaliteli isimler, yıldız oyuncularla gelir. İş onları yönetebilmekten geçiyor. Sonrası iyilik, sağlık...

12 Ağustos 2010 Perşembe

Transfer Taraftarlığı ve Adnan Polat

Genel geçer bir durum aslında bu. Neresinden tutsanız elinizde kalır. Söyleyeceklerim herhangi bir takıma rahatlıkla uyarlanabilir. Biz ise doğal olarak Galatasaray üzerinden bir çözümlemeye ulaşmaya çalışacağız.

ultrAslan forumuna çok uzun bir zamandır üyeyim. Aktif değilim, bunun da altını çizmek isterim. Antu.com ve Forzabeşiktaş'ta da sıklıkla rastlanabilecek bir taraftar profili var ultrAslan forumunun da. Futboldan aldıkları tek zevk transfer dönemleri olan, bunun için koca bir sezonun sonra erip yaz aylarının gelmesini bekleyen, arada kaynayan o uzun dönemi de menejerlik oyunları sayesinde tolere edebilen zihniyetten bahsediyorum. ultrAslan forumunda 2 seneyi aşkın bir süredir yazmıyorum. Forumda artık sadece okuyucu kimliğimde rol oynadığım için gözlemlerimi daha rahat bir ortamda yapabiliyorum. Çoluğa çocuğa dert anlatmak, anlatamayınca taraftarlığınızın sorgulanması gına getiren sebeplerden sadece ikisi...

Scoutgs.com adlı internet sitesinin geçtiğimiz hafta ortaya attığı ve "Ledesma ve Rosicky Galatasaray'da" başlığıyla yayınlanan haberlerin ardından forumu daha bir ilgiyle takip etmeye başladım. Özellikle Haldun Üstünel'in istifasının akabinde Adnan Sezgin üzerinde oluşan karabulutlar bu asılsız haberler sonrası forumu adeta gül bahçesine çevirdi. Öyle ki pek çok kullanıcının - ki bunların büyük bir bölümünü Adnan Sezgin adını duyunca çıldıran kesim oluşturuyor - avatarlarında Sezgin'in fotoğrafını görmek mümkündü. Geride bırakılan haftasonunun ve transfer haberlerinin aslı astarının olmayışının açığa çıkmasının ardından beklenen oldu. Forum ahalisi başta başkan Adnan Polat olmak üzere yönetimi topa tuttu. Hatta yorumlardan birinde başkanı hedef alan "Yapamayacaksa başta söyleseydi. Transfer yapacak gücümüz yok, taraftar kendini buna hazırlasın deseydi. Sadece transferi demiyorum, geldiğinden bu yana tek bir olumlu işe imzalarını atmadılar. Resmi siteye girdiğimde yönetimin istifa haberini okumak istiyorum artık" açıklamasıyla karşılaştım. Sonra da soluğu burada aldım.

Bunları yazan arkadaşın hafıza sorunu yaşadığını tahmin ediyorum ve okumayacağını bile bile cevap yazma ihtiyacı duyuyorum. Bir kere güzel kardeşim, Galatasaray başkanları aynı mantıkla hiç beğenilmiyor, hiçbir zaman beğenilmedi. Buna kulüp tarihinin en başarılı başkanı olan Faruk Süren de dahil. Birisi Jardel transferine Türk futbol tarihinin en yüksek ücretini ödediği için suçludur, öteki maç sırasında puro tüttürdüğü için... Bir diğeri rakip takımı alkış yağmuruna tuttuğu için istifaya davet edilir, bir başkası transfer yapamadığı için. Üstelik bu son bahsettiğimiz adam son iki sezondur çok başarılı transferlere imza atmıştır. Transfer taraftarlığından bir önceki paye, güne endeksli taraftarlıktır bu ve çok tehlikelidir. Bu ligde 18 takım mücadele veriyor. Ne Adnan Polat bu sene Galatasaray şampiyon olamazsa "başarısız" sayılır, ne de Aziz Yıldırım üst üste dördüncü seneyi boş geçerse istifa etmeli... Aynı şekilde sezona Schuster, Quaresma ve Guti transferleri ile girecek olan Beşiktaş'ın olası şampiyonluğunda bile kulübü kendisine borçlandıran Yıldırım Demirören de "başarılı" kabul edilemez.

Galatasaray iki sezondur sportif başarı elde edemiyor olabilir. Ancak sadece buna bakarak bir yönetimi suçlamak da neyin nesidir? Özhan Canaydın yönetiminde geçen ve kulüp tarihinde büyük bir kayıp olarak kabul edilen 6 senelik dönem henüz anılarımızda çok taze. Kulüp o dönemde kaybetmiş olduğu saygınlığı yeniden kazanma peşinde. Üstelik bu uğurda epey yol kat edildiğinin de üstünde durmak germek. Yıllardır yılan hikayesine dönen stadyuma kavuşmanın eşiğindeyiz. Cirosu yerlerde sürünen Galatasaray Store'nin üretilen pazarlama mucizeleri sayesinde rakiplerin önüne geçtiği kimsenin görmezden gelemeyeceği bir gerçek. Çöplükten farkı olmayan Riva'nın restoresinin ardından elde ettiği değer ve amatör şubelerdeki hareketlenme nasıl yok sayılabilir ki? Hem Galatasaray yönetiminin "Bu sene transferde kimse yıldız isimler beklemesin. Bütçemize uygun isimleri takıma kazandıracağız" açıklaması ne çabuk unutuldu. Scoutgs.com adlı neden itibar edildiğine dahi anlam veremediğim bir sitenin asparagas haberine bakarak yönetim neden itham edilir, ben kavrayamıyorum.

Ben bağcıyı dövenlerin iğneyi biraz da kendilerine batırması taraftarıyım. Nazım Hikmet şöyle der: "Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan için rahat olsun." Taraftar kendi sorumluluklarını bilmeli, anlık olaylara karşı fevri davranmamalı. Önce kendi taraftarlık muhakememizi tamamlamalı, kendimize geçer not verebiliyorsak yola devam etmeliyiz. Bunu yapabildiğimiz zaman her şey daha güzel olacak.