2 Kasım 2010 Salı

Çok Güzeal

Claudio Taffarel... Hazır İstanbul'a kadar gelmişken kaleci antrenörü olsa ya...

31 Ekim 2010 Pazar

Galatasaray: 2 - Antalyaspor: 1

Antalyaspor son 6 haftalık periyot gözönüne alındığında topladığı 15 puan ile ligde en iyi performansı ortaya koyan takım. Her ne kadar memleket kontenjanından sempatimi kazanmış olsa da rakibi Galatasaray olunca durmak gerekiyordu. Mehmet Özdilek 2 senedir her sene üzerine koyan bir takım yarattı. Mücadele gücü yüksek oyuncuların arasında birkaç tane de oyunu okuyabilen oyuncu serpiştirdi ve sezon başında kimsenin beklemediği bir performans ortaya koydu. Üstelik Sivasspor ve Bursaspor örneklerinde olduğu gibi kendi takımına sahip çıkan bir şehrin ekibi değil Antalyaspor. Antalya'nın yarısı Galatasaraylı ise, diğer yarısı da Fenerbahçeli'dir. Kent takımının İstanbul ekipleriyle oynadığı maçlarda dolar Atatürk Stadı. Onu dolduranlar da Antalyasporlı değildir zaten... Tüm bu destekten yoksun olarak iyi işler başarıyor Antalyaspor. En son 1999/2000 sezonunda oynadıkları Türkiye Kupası finali kulübün zirve noktasıydı. Bu sene o başarının üstüne koyma şansları var.

Galatasaray'ın ise durumu vahim. Son iki yılda yaşananlara bakarsak, bu senenin de onlardan bir farkı yok. Suçlanan futbolcular, gelip giden teknik adamlar... Birkaç sezondur bir kaos ortamının içinde hayatta kalmaya çalışıyor Galatasaray. Üstelik kriz yönetmeyi becerebilen bir Allah'ın kulu da yok kulüp bünyesinde... Geçtiğimiz hafta, 11 senelik bir aranın ardından, Şükrü Saraçoğlu'nda elde edilen beraberlikten daha çok konuşulan şey oyuncuların kendi kapasitelerinin üzerine çıkmış olmalarıydı. Bu noktadan çıkışla, aynı isimlerin Antalyaspor karşısında sergileyecekleri performans merak unsuruydu. Eğer Galatasaray hâlâ bir şeyler hedefliyorsa, bu maçtan başlayarak uzuun bir galibiyet serisine imza atmalıydı.

İki haftadır en çok dikkatimi çeken Emiliano Insua'nın yerine Hakan Balta'nın tercih edilmesiydi. Sahada sadece 4 yabancı varken, Balta'nın tercih edilmesi canımı sıkıyor. Insua da bu durumdan çok rahatsız olduğunu, sağolsun, Twitter ve Facebook hesaplarından cümle aleme duyuruyor. Hagi'nin beni mutlu eden de bir tercihi var. Lorik Cana'yı bu takıma kazandırma çabasını büyük bir memnuniyetle karşılıyorum.

Galatasaray karşılaşmaya son bir buçuk senedir yapmadığı şeyi yaparak başladı. Oyunu rakip sahaya yığdı, dönen toplara önde bastı, rakibe boş alan bırakmamaya çabaladı... Hepsinden öte, mücadele etti... Sürekli şikayet ettiğim nokta buydu aslında. Bir takım kaybedecekse, yetenek yoksunu bile olsa, en azından mücadele edip de kaybetmeli... Bu çok koymaz bana. Fakat dün gece Galatasaray'ın ilk yarım saatteki mücadelesine bakıp bunu anında Hagi'ye yormak mantıksızlığın daniskasıdır. Dün akşam görülen manzarayı Feldkamp'tan sonra Cevat Güler, Güler'den sonra Skibbe, Skibbe'den sonra Bülent Korkmaz, Korkmaz'dan sonra da Rijkaard göstermişti. Yeni bir teknik adamın yapacağı etkidir bu. Dünyanın her yerinde var böyle bir şey... Kanımca "Teknik Adam" Hagi'nin esprisi ligin ikinci yarısından itibaren ortaya çıkacaktır.

Kewell, Arda ve Baros'un kronik eksiklikleri Galatasaray'ın hücum organizasyonlarında elini ayağını birbirine doluyor. Zorunluluktan santrfor oynatılan Pino ise hiç beklenmedik şekilde son iki haftanın en çok konuşulan ismi oluyor. Galatasaray taraftarı Misimoviç'in ortasına Servet'in vurduğu kafa ile ayağa kalkıyor. İki ismin de Ankaragücü maçında taraftarın yuhalamalarına maruz kalmaları ise işin ironik yanı. Bu golü takip eden üçüncü dakikada ise sahneye Pino çıktı. Antalyaspor şoku atlatamadan ikinci golü gördü kalesinde.

Galatasaray'ın maça istekli başlayacağını bilen Mehmet Özdilek'in ilk 15 dakikada yiyeceği muhtemel baskıyı atlatmak öncelikli düşüncesiydi. Bunu başardı, bu dakidan sonra oyunda dengeyi de sağladı. Hatta Antalyaspor öne geçebileceği pozisyonlardan yararlanamadı. Savunmanın duran toplardaki acziyeti ise beklenmedik bir anda tüm oyun düzenini sarstı. İkinci yarıda ise Galatasaray adeta teslim bayrağını çekmiş bir görüntüye büründü. Oyunun hakimiyetini Antalyaspor'a teslim etti. Kaleci Ufuk'un pozisyon almaktansa ofsayt itirazında bulunmayı yeğlediği bir anda kalesinde golü gördü. Üç haftadır alınamayan 3 puanın da stresiyle skoru korumak adına daha fazla geriye yaslandı. Antalyaspor maçı çevirebilecek pozisyonlarda beceriksiz kalınca takım üç maçlık aranın ardından galibiyet yüzü gördü.

Hagi'nin üzerindeki gömlek yavaş yavaş alev almaya başlıyor. Nazaran "kolay" maçlardan boynu bükük ayrılan Galatasaray için zor maçlar şimdi başlıyor. Trabzonspor, Beşiktaş ve Kayserispor bunların sadece üçü... Galatasaray için sezonun nasıl şekilleneceği bu maçların ardından netleşecektir.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Fenerbahçe: 0 - Galatasaray: 0

Hafta boyunca içinde bulunduğu kaos ortamından saha içinde sıyrılmayı bildi Galatasaray takımı. Açıkçası Galatasaray'ın puan koparabileceğine inanmayanlar arasındaydım. Son yıllarda Galatasaray ve Fenerbahçe arasında oynanan karşılaşmalar ele alındığında "Derbidir bu, sonucu belli olmaz" klişesi pek bir anlam ifade etmiyordu. Eski Açık Sarı Desene adlı filmde Hıncal Uluç'un bu derbiye ilişkin bir çözümlemesi var. Ona göre her iki takımın kağıt üzerindeki durumları neyi gösterirse göstersin Fenerbahçe favoridir. Tek istisna Galatasaray'ın çok iyi, Fenerbahçe'nin de çok kötü olduğu durumlardır ki, yazar burada da şansları eşit olarak görmektedir. Her Galatasaraylı sinirlenir bu açıklamalara, sinirlenmelidir de... Yalnız tablo çok açık bir şekilde ortadayken, biraz doğruluk payı da verilemez mi yani?

Galatasaray, dün gece Şükrü Saraçoğlu Stadyumu'ndan tam 11 senenin ardından puan çıkarmayı başardı. Üstelik iyi oynayarak başardı bunu. Fenerbahçe'nin, Galatasaray'ın iyi oynadığı maçlarda bile bulmayı başardığı absürd golleri bir hatırlayalım... Dün bunu bile başaramadı Fenerbahçe. Maçın henüz başında Gökhan Gönül'ün topu çizgiden çıkardığı pozisyon herhangi bir maç olsa golle sonuçlanırdı, rakip Fenerbahçe olunca girmiyor işte kaleye.
11 yıldır olmayıp da dün sahada olan şey neydi peki? Hagi gelir gelmez bu kadar ani bir etki mi yaratmıştı? Olmayanlardan bahsetmek en iyisi... Hafta boyunca Galatasaray'ın durumu hakkında çıkan haberler ve Galatasaraylıların maçı pek fazla umursamıyor oluşları Fenerbahçeli futbolcular ve taraftarlar üzerinde negatif bir etki bırakmış, dünkü maçın başından sonuna kadar bu belli oluyordu. Fenerbahçe'nin kendi evinde oynadığı derbilerin değişmez kuralıdır bu ve Galatasaray ile Beşiktaş ısrarla, her sene yerler taktiği. İlk 15-20 dakikalık periyotta tribünlerden yükselen yüksek uğultuya takımın agresif, önde basan sert futbolu ayak uydurunca rakip takım maçta çabuk telaşa düşüyor. Haliyle erken gelen bir gol tüm oyun düzenini yok edip, mantığı devre dışı bırakıp, duyguları ön plana çıkarabiliyor. Neticede yenilgi kaçınılmaz oluyor. İşin Galatasaray yönünü ele alırsak, bazı futbolcuların bu maçı kendileri için son şans olarak görmesi belki de yıllardır süregelen makus talihin bozulmasında başrol oynadı. Hagi'nin Rijkaard'ın sisteminden vazgeçip orta alanı kalabalık tutması da bir başka etken. Dün gece Galatasaray, Fenerbahçe'yi kendi silahı ile vurmak istedi. Kaçırılan pozisyonları da düşünürsek kısmen başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Pino yerine sahada olabilecek bir Baros dün gece Galatasaraylıları olduklarından daha mutlu kılabilirdi. Savundaki hırçın, mücadeleci ve sert oyunuyla Lucas Neill ise benim için maçın adamıdır. Niang'ı adım atacak alan bırakmayan Avustralyalı, Servet'in pek çok pozisyonda bıraktığı açıkları da kapatmayı başardı.

Peki sevinmeli miyiz? Eğer yıllardır tek hedeflerinin Galatasaray'ı yenmek olduğunu iddia ettiğimiz Fenerbahçe ile rolleri değiştiysek, deplasmanda yenilmediğimiz için - üstelik bu 11 sene sonra oluyor - sevinmeliyiz belki. Ancak Galatasaray 9 haftanın sonunda liderin 10 puan gerisindedir ki bu açıdan bakınca aynı hislere sahip olduğumu söyleyemeyeceğim. Dünkü maçtan sonra Güntekin Onay çok güzel bir noktaya değindi aslında. Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe'nin birbirlerinden çok kopuk olmadıkları için kendilerini başarılı gördüğünü, yalnız Bursaspor ve Trabzonspor'un çok erken kopmaya başladığını güzel bir şekilde anlattı. Yine de 1 puan almış olmak değil de, yıllardır kaybetmeyi alışkanlık haline getirdiğimiz bir deplasmandan başımız önde ayrılmamış olmak güzel. Hiçbir şey için olmasa bile, bir sonraki Kadıköy deplasmanından önce "Demek ki yapabiliyormuşuz" diyebilecek olmak önemli...

22 Ekim 2010 Cuma

Hagi'nin Adının Olduğu Yerde...

I have lost myself again
Lost myself and I am nowhere to be found,
Yeah, I think that I might break
I've lost myself again and I feel unsafe...


"G.Saray benim için o kadar önemli ki, oğlumun doğum gününde bile G.Saray için buradayım, oğlumun yanında değilim." sözleriyle başladı Hagi'nin üçüncü Galatasaray macerası bugün, resmen... Zor günlerimizde kendimizi iyi hissetmek ve mümkünse ayakta durabilmek için dostlarımızı görmek isteriz yanımızda. Futbol kulüplerinin sıklıkla yaptığı şey de budur aslında. İşler sarpa sardığında yeni bir hava yakalamak için çaresizlik içinde başvurulan ilk adres kulübün efsane mertebesine yükselmiş isimleridir. Sadece Galatasaray yapmıyor bunu... Fakat bunu yapanların içinde Galatasaray'ın da yer alıyor olması, benim bu durumu makul görmemi sağlamıyor ne yazık ki.

Hagi'yi çok severim... Blogumun girişine formasını asıp, ondan alıntı yapacak kadar seviyorum işte. Galatasaray deyince Bülent Korkmaz ile birlikte nazarımda en değerli iki isimden biridir. Bu adamlarla büyüdüm ben. Bülent'in kolunu feda edişini, Hagi'nin takımın oyundan düştüğü anlarda yaptığı bir hareket ile hem takımı hem de tribünleri şaha kaldırışını nasıl unutabilirim ki? Fakat unutmadığım başka şeyler de var. Hagi'ye 2004'de, Kaptan'a 2009'da devredilen enkazları da unutmam mesela... Kulüp efsanelerinin camianın ihtiyacına sırt dönemeyeceklerini bilmeleri ve yöneticilerin bundan faydalanmalarını çok aşağılık bulurum. Her iki ismin de kulüpdeki kısa süreli teknik adamlık öykülerinin nasıl sonlandığını çok iyi biliyoruz.

Rijkaard'ın gidişi dolayısıyla üzüntüm büyüktür. Rijkaard'ın yerinin Hagi ile doldurulmasına karşı hislerim de farklı değildir. Taraftar psikolojisi çok farklıdır. 5 sene evvel "İstifa" sesleriyle uğurlanan Hagi, bugün Florya'da "I Love You" sesleriyle karşılanabiliyor. Söz konusu futbol olduğunda Türk insanının geçmiş ve gelecek bilinci kaybolur. Bu ülkede önemli olan günü kurtarmaktır. Bir nevi Carpe Diem... Gerisi boş laf.

Peki Gheorghe Hagi günü kurtarabilir mi? Bunun cevabını Hagi değil, Galatasaray yönetim kurulu vermelidir. Zira ortada kurtarılacak bir gün bile bırakmamış olanlar bizzat kendileridir. Fakat zamanı geldiğinde şartlar oluştuğu takdirde, teknik heyeti günahkeçisi ilân edip darbe yapmak konusunda durup düşünmeyeceklerdir bile. Galatasaray, kendisini Galatasaray yapan değerlerden gün be gün uzaklaşmaktadır. Karşı olduğum şey de budur. Yoksa Hagi'nin göğsü üzerinde duracak Galatasaray arması her koşulda kabulümdür.

Hülasa, daha önce zilyon kere izlediğimiz bir film yeniden vizyona girmiş oldu. Eğer elimizdeki versiyon bu kez yönetmenin kurgusu ise ve içinde alternatif sonu taşıyorsa, biraz umut etmek için hakkımız da var demektir. Ne de olsa Hagi'nin olduğu yerde Galatasaray, Galatasaray'ın olduğu yerde de umut var.

Help, I have done it again
I have been here many times before
Hurt myself again today
and, the worst part is there's no-one else to blame

18 Ekim 2010 Pazartesi

Galatasaray: 2 - Ankaragücü: 4

Fotoğrafı Ntvspor.net'den aldım. Fotoğrafa verdikleri isim "ayhan_uzuntu"... Sağ tıklayıp, masaüstüne kaydetmek istediğimde karşıma çıktı. Gülse miydim, ağlasa mıydım? İkisini birden yaptım sanırım...

8 haftada 4 mağlubiyet alan bir takım Galatasaray. Sezon öncesinde beklediğim bir şey olduğu için büyük bir şaşkınlık içinde değilim. Yine de üzülüyor insan... Gönül verdiği renklerin ve formanın gün be gün eridiğini görmek rahatsız ediyor bünyeyi. İsyan etmiyorum ama, buna hakkım yok. Yıllarca evde, sokakta, tribünde "Yağmurda, çamurda" diye haykırdıysam kendimle çelişkiye düşmeye hakkım yoktu. İsyan etmiyorum, evet, fakat kızgınlığım var birçok şeye. Galatasaray'ı Galatasaray yapan değerlerin yerinde yeller esiyor. Kızgınlığım buna...

10 sene önce Galatasaray adının olduğu her yerde umut vardı. Bugün Galatasaray'ın olduğu her yerde problem var. Üstelik Galatasaray'ın her bölgesine hükmetmiş kanserli hücreler her geçen gün büyümeye devam etmekte... Yönetim, teknik heyet, futbolcular, taraftar... Kimse kendine bakmıyor, herkes hatayı başka bir yerde arıyor. Yönetimin tuttuğu paralı askerler teknik adamı istifaya davet etmeyi bilir, fakat dikkatle bakarsanız maç boyunca takıma bir itici güç olmaktan çok uzaktırlar. İğne de çuvaldız da başkasına batırılır. Teknik heyet yaşananlardan futbolcuları sorumlu gösterir. Futbolcular mı? Onları da ikiye ayırmak gerek; yerliler ve yabancılar olmak üzere. Yabancı futbolcuların yüzüne bakarsanız bulundukları yerde mutlu olmadıklarını rahatlıkla görebilirsiniz. Yerliler ise yeteneksiz. Basbayağı yeteneksizler, evet. Buna ek olarak vurdumduymazlar. Yoksa yazının başındaki trajikomik "ayhan_uzuntu" örneğini görünce, gelecek hafta oynanacak olan Fenerbahçe maçında oynamamak için kırmızı kart görmeye çalışması ve Lviv dönüşü pişkinlikle "Havalimanında taraftar var mı?" deyişi aklıma gelmezdi aniden. Ve evet, bu adam takım kaptanı.

Galatasaray, taraftarı olduğum takım, mide bulandırıcı olmaya başladı. Bir taraftar gönlünü verdiği takım hakkında kolay kolay söylemez bunları. 2004 yılında üniversite dolayısıyla İstanbul'a gittiğim sıralarda Galatasaray-Kayserispor maçı sayesinde ilk kez tanışmıştım Ali Sami Yen Stadyumu ile... Çok maça gittim sonraları... Bana refakat edecek bir arkadaşımı bulamadığımda bile Kayışdağı'ndan atlayıp tek başıma gittim defalarca. Bir zaman sonra stadyumda gördüğüm pek çok şey soğuttu beni tribünden. Küçükken hayalini kurduğum yer değildi artık orası. Gelinen nokta itibariyle rahatlıkla söyleyebilirim ki Galatasaray tribünleri bu ülkenin görüp görebileceği en kötüsü. Kendisi ile aynı fikirde olmayan aklıselim taraftarları şiddet kullanarak tribünden atan, ısrarla Fatih Terim lehinde tezahürat yaparak vizyonsuzluğunu herkese kanıtlayan bir güruhla benim paylaşabileceğim hiçbir şey yok. Her ne kadar beni onlardan ayıran çok fazla şey olsa da "Galatasaray taraftarı" denildiği zaman bir şekilde içine dahil olacaksam, bundan da her zaman utanacağım sanırım. Galatasaray taraftarının son 15 senede sadece 2 şampiyonluk görmüş Beşiktaş taraftarından öğreneceği çok fazla şey var...

2 Ekim 2010 Cumartesi

Karabükspor: 2 - Galatasaray: 1

Öncelikle (Bkz; En güzeli Galatasaray'ı üzgünken sevmektir)

Her taraftarın gün gelip de bilincinin oturacağına inanan biriyim. Liselilerden nefret ederim. Lise çağındayken kendimden bile nefret ediyordum. En büyük uğraşınız, hayattaki tek derdiniz ya karşı cinse kendinizi beğendirmek ya da her pazartesi sabahı tuttuğunuz takımın muhabbetini yapmaktır. Arkadaşlar arasında tartışırken kurulan cümleler koymalar, çakmalar ve geçirmeler üçgeni arasında döner. O yıllarda biri çıkıp "geleceğe dair en büyük korkun nedir" diye sorsaydı, gün gelip de içimdeki Galatasaray sevgisinin kaybolup gitmesi olarak yanıtlayabilirdim. Sevgiden kastım neydi peki? Takım kazandığında formayı giyip sokağa çıkmak; kaybettiği zaman yatağı yorganı yumruklayıp, ertesi gün okuldan kaçmak mıydı?

Böyle bir adamdım ben. Artık yapmıyorum bunu. Kaybedilen maçların ardından spor programlarına rastlamamak için televizyonu bile açmazken, artık Rıdvan Dilmen'e dahi katlanabiliyorum. Değişen ne peki? Maçlarını mı takip etmiyorum Galatasaray'ın, parama kıyıp lisanslı ürününü almaktan vaz mı geçiyorum, maça mı gitmiyorum? Gayet de devam ediyorum bunları yapmaya. Ancak yenilince "Ulan dünyanın sonu geldi! Yarın Fenerbahçeli arkadaşlarıma ne diyeceğim" diye ağlayıp zırlamıyorum. Sorunu da aslında tam bu noktada buluyorum? Tuttuğum takımın kazanmasını takımımı iyi bir yerde görmek için değil, aslında kendi kıçımı kurtarabilmek için istiyordum. En yakın arkadaşım Fenerbahçeliydi ve ben onun Galatasaray'ın kaybettiği gecenin sabahındaki halini görmek istemiyordum. Kendine dahi yararı olmayan bir ergenin hayatın anlamını yüklemeye çalıştığı şeyin taraftarlık olmadığını öğrenmem biraz daha sonralara rast gelecekti.

Mesela 2 Kasım 2001 Bursaspor-Galatasaray maçı bir milatdır benim için. Taraftarlık bilincinin oturması diye bir şey varsa, benimki o gün bulmuştur yerini. Galatasaray sezonun ilk yenilgisini Bursa'da çok ağır bir skorla alınca, bendeki kayış kopmuştu haliyle. 15 yaşındayım ve sinirden evin altını üstüne getiriyorum. İşin belası, dün gibi de hatırlıyorum. Şimdi o halimi elime geçirsem, boğazına yapıştığım gibi en yakın kirişin orta yerine sokarım. Bir an sonra karşımda babamı buluyorum. Diyor ki:

- Seninki de taraftarlık mı be? Ben 14 sene şampiyonluk görmedim. Sen ise bu takımın en başarılı zamanlarına bu genç yaşında tanıklık ettin. Bir yenilgiyle yaptığına bak. koskoca Galatasaray senin gibilere kalacaksa, vay bu takımın haline!

Tam olarak olmasa da bunun gibi bir şeydi. O an herhalde suratının orta yerine odunu yemiş, etrafına boş boş bakarken ağzından akan suya söz geçiremez bir ifadem vardı. Çok şey değişti o günden sonra.

Baştaki 'bakınız' ile devam edelim... 2004 yılında, ben daha sözlükte okur bile değilken girilmiş... Galatasaray mı? Görseniz, 2002'deki haline duacı olursunuz. Söz konusu yazı ise bir şekilde gözüme ilişmiş. O kadar etkilenmişim ki, çıktı alıp yatağımın baş köşesine asmışım. O gün bugündür, Galatasaray'ın yenilgilerinden sonra yatağa giderken gecemin uykusuz geçmemesini sağlar bu yazı.

...ve umnica'nın bundan zerre haberi yoktur...

-----------------------

#20487884.

24 Eylül 2010 Cuma

İlk Adım

Bir masaldı aşkımız
sisler bulutlar ardında...

19 Eylül 2010 Pazar

Bucaspor: 0 - Galatasaray: 1

Ölümü madencilerin kaderi olarak gören bir ülkeyiz. 45 gündür göçük altında günışığı görmeyi bekleyen Şilili madenciler ayrı konu... Türkiye değil orası... Burada, bizim ülkemizde, insan hayatı ucuzdur. Çiğnediği sakızın boğazına kaçması sonucu yerde kıvranan gence kimse müdahale etmez, üniversite öğrencileri harçlık çıkarmak için inşaatlarda çalışıp hayatlarını kaybedebilir..
Böyle bir ülkede spora verilen önem ne kadar yüksek olabilir ki? Avrupa şampiyonu olmuş bir sporcumuzu önce göndere çekip, daha sonra ayaklar altına alan biz değil miyiz?
Manchester United'ın, geçtiğimiz hafta ortasında Glasgow Rangers ile oynadığı Şampiyonlar Ligi maçında, Antonio Valencia'nın ayak bileğinin kırılmasıyla sonuçlanan pozisyonu takiben oyuncuya getirilen oksijen maskesi pek çok anlam ifade ediyor aslında. İngilizler için değil, bizim için... Sporcu sağlına, insan hayatına verilen önem aptal kutusundan çıkıp başımıza başımıza vurdu. Biz hâlâ futbolcularımızın neden bu kadar sık sakatlandığı sorusunu sorup duralım... Dün gece İzmir Atatürk Stadı'nın zemini gördükten sonra futbolcuların sakatlanmaması için dua etmekten başka ne yapabilirdik ki? Oturup teknik taktik analiz mi yapılmasını bekleyelim?

Kulüpler her sene yığınla yatırım yapıyorlar. Sayısız futbolcuyu milyonlar ödeyerek kadrolarına katıyorlar. Yayıncı kuruluş rekor bir rakam ödeyerek yayın haklarını satın alıyor. Bunların hepsi sportif başarı için yapılıyor. Fakat altyapı sağlam değilken, hedeflenen başarıyı nasıl yakalayabilirsiniz ki? Söz konusu paranın küçük bir bölümüyle zemin düzeltmek çok mu zor? Kayseri Kadir Has Stadı dışarıdan bakıldığında göze hitap ediyorken, zemini gördükten sonra mide bulandırmıyor mu? Geri kalanı koyvermek değil midir bu? İnönü Stadyumu'nda sahanın hali ortadayken, aynı haftada iki maç oynatmanın mantığı nedir? Sorular artar...

Misimoviç, Kewell, Baros, Pino gibi oyunun teknik yönüne hitap eden oyuncuların böyle zeminlerde pozisyon üretmesini beklemek doğru değil. Türkiye ligini pazarlamaktan bahsedilen şu günlerde en büyük reklam malzememiz bu ligde top koşturan oyuncular. Peki, bu oyuncuların ihtiyacı olan ortamı yaratamadıktan sonra saha içindeki haklı rekabeti nasıl sağlayabiliriz? Patates tarlasını andıran zeminler şampiyonluğu ve kümede kalma savaşını doğrudan etkiler. Gerisi kulüplerin şansına kalır.

Bu arada, koreografi de rezalet olmuş.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Geleceğini Satmak

Dün akşam saatlerinde Galatasaray Spor Kulübü, Arda Turan için almış olduğu transfer teklifini pek de etik olmayan bir şekilde kamuoyu ile paylaştı. Mlada Boleslav maçından bu yana köprünün ardından çok sular aktı. Söz konusu maçın ardında bir anda zirveye çıkarılan Arda Turan, bir anda Galatasaray'ın en çok konuşulan ismi oldu. Kolay değil tabii... Türk futbol tarihinde bu denli genç yaşta patlama yapan kaç tane futbolcu vardır ki? Beklentiler yüksekti, birkaç sene sonra Arda'yı Avrupa'nın üst düzey liglerinde izlemenin hayalini kuruyordu herkes. Onun gösterdiği performans yaratmıştı bu beklentileri... Arda ile Türk futbolunun başarısı umudu paralel ilerliyordu o günlerde...

Aradan geçen zamanda Arda'yı Metin Oktay yapma çabaları hem Galatasaray'a hem de oyuncunun kendisine olumsuz yansıdı. İkinci kaptanlığı bile büyük bir yük olarak görürken, bir anda koluna pazubant, sırtına da "10 numara" verildi... Özel hayatı dedikodu malzemesi oldu, sportif başarısızlığın neticesinde taraftarın günah keçisi ilân edildi... Bir zamanlar Hagi'nin attığı golü kale arkasından büyük bir mutlulukla kutlayan top toplayıcı çocuk değildi artık o... Sahanın içi, yeşil zemin bambaşkaydı. El birliğiyle yıprattık en büyük yıldız adayımızı, hareketleri ve yaşının getirdiği acemilikle o da katkıda bulundu buna...

Avrupa'ya gitme ihtimali bile kulübü tarafından Avrupa'dan getirilecek bir kupaya bağlanan bir oyuncu Arda... Üstelik kendisi "İkinci Metin Oktay" yaftası ile damgalanmışken elinde bonservisi ile bile gidemeyecek artık... Aksi takdirde taraftar büyük hayal kırıklığı yaşayacak... Bu ortamı yarattı Galatasaray yönetimi, sanki bir Türk takımı her beş yılda bir Avrupa'dan kupa getiriyormuş gibi...

Kulübe dün Atletico Madrid tarafından yapılan resmi teklif Arda Turan karşılığı 11 milyon Euro'yu işaret ediyordu. Galatasaray yönetimi bu teklifi geri çevirdiğini bir matahmış gibi kamuoyu ile paylaştı. Gerekçe neydi peki? Şuydu: "Sezon planlamamızın içersinde kaptanımız Arda Turan ile hem teknik, hem idari,hem de manevi anlamda yollarımızı ayırmak gibi bir düşüncemiz olmadığı için transferin son gününde yapılan ve aşağıda sunulan teklifi kabul etmediğimizi spor kamuoyu ile paylaşırız. Galatasaray Spor Kulübü yönetimi ile aynı çizgide ve aynı düşüncede olan kaptanımız Arda Turan; Galatasaraylılığını ve Galatasaraylı duruşunu bir kez daha kanıtlayarak maddi manevi kulübünün ve renklerinin hizmetinde olduğunu belgelemiş ve bu kararımızın yanında yer almıştır." Pardon ama, hangi sezon planlaması? Ortada Avrupa'ya havlu atmış bir Galatasaray varken, sırf şampiyonluk uğruna Arda Turan'ın geleceğine ket vurmanın mantığı nedir? Verilen teklife olumlu cevap verilememesi olarak birkaç neden görebiliyorum. Birincisi, transferin son günü Arda'yı elden çıkarırsan yerini dolduracak birini bulamazsın, bulsan da kolay kolay alamazsın. İkincisi, bu denli başarısız bir transfer döneminin ardından Arda'nın satılması yönetimin sallanması demektir. Olaya Arda açısından bakarsak Türk Telekom Arena'nın açılışında sahada bulunmak istiyor olabilir. Ne de olsa bu teklifin benzerlerini gelecek sezon başı garanti görüyor olabilir. Fakat Arda Turan gelecek sezon 24 yaşında bir futbolcu olarak genç statüsünden bir hayli uzaklaşacak... Ben neresinden tutmaya kalkarsam kalkayım elimde kalıyor neticede...

27 Ağustos 2010 Cuma

Vizyon

Aslında Galatasaray başkanın vaatleri ile diğer kulüp başkanlarının vaatlerini karşılaştırınca kulüplerin vizyonlarını yakalamak mümkün. En muhalefet Galatasaraylı Hıncal Uluç dahi geçtiğimiz sezon başında Rijkaard'ın getirilmesini "Galatasaray'ın vizyonunu ortaya koyduğu" şeklinde açıklamıştı. Aziz Yıldırım cephesine baktığımızda Daum'un getirilmesi düpedüz lig şampiyonluğu üzerine kurulmuş bir sistemdi, ki kaçırılan şampiyonluğun ardından Alman hocanın gönderilmesi bu öngörünün doğrulunu kanıtlar nitelikte.

Galatasaray Avrupa'dan kupa getirir ya da getiremez, önemli olan da bu değil zaten. Önemli olan bu kulübün vizyonunun Türkiye'deki diğer kulüplerden çok ötede olmasıdır. Galatasaray'ın kuruluş amacına baktığınızda "Türk olmayan takımları yenmek" ibaresi göze çarpar. Bugüne kadar hep böyleydi bu. Galatasaray'ın en başarılı dönemine tanıklık etmiş bir neslin ahvadıyım. Galatasaray'ın en başarılı dönemine tanıklık ettim. Diğer kulüplerin depremine ligde alınan başarısız sonuçlar neden olurken, Galatasaray'ın felaketini Avrupa'daki yıkım getirirdi. Kulübün vizyonu bunu emrederdi çünkü.

Başarısızlığı bir yere kadar kaldırabilir taraftar. Ancak yenilginin geliş tarzı da önemlidir. 2000 yılında Galatasaray, Real Madrid'i devirirken oyuncu kalitesi rakibinden daha yüksek olduğu için mi ulaştı zafere? Hiç de değil. O takımda bir şeylere isyan vardı. 17 Mayıs'da Hagi oyundan atıldıktan sonra sahada eksik oynadığını hisseden takım Arsenal'di, Galatasaray değil... Aynı maçta omzu çıktığı halde gemisini terk etmeyen adam Galatasaray kaptanıydı...

Galatasaray, Karpaty Lviv'e elenerek Avrupa Ligi'ne henüz ağustos ayında veda etti. Takımın İstanbul'a dönüşünde başı eğik takım otobüsünün yolunu tutan adam Lucas Neill, yenilen golün ardından zemini yumruklayan adam ise Milan Baros... Takım arkadaşlarını havalimanında bırakıp taksiyle evinin yolunu tutan adam bu takımın kaptanı... Uçaktan iner inmez güvenlik görevlisine vurdumduymaz bir sırıtmayla "Dışarıda taraftar var mı?" diye soran adam ise aynı takımın ikinci kaptanı. Başarısızlığı, yenilgiyi hazmedebilirim, fakat bu adamların Galatasaray forması giymesini hazmedemem.

Karpaty Lviv: 1 - Galatasaray: 1

İki sezon önce Ali Sami Yen'de 2-0 önde götürdüğün maçı kaybetmesen yıllar sonra çeyrek final oynayacaksın... Geçtiğimiz sezon deplasmanda aldığın avantajlı skoru kendi evinde koruyabilsen kupanın kaderini değiştireceksin... Bugün ise 90'da kaptığımız turu 90+'da veriyoruz ve Avrupa kupalarına grup aşamasını dahi göremeden veda ediyoruz. Hani "Düşler Sahnesi"ydi bu? Basbayağı kabus yahu!

Perşembenin geleceği çarşambadan bellidir hani. Bundan 10 sene önce Galatasaray Avrupa'nın zirvesine bayrağını diktiğinde Karpaty Lviv uluslararası arenada ilk defa mücadele veriyordu. Hoş, o yıldan sonra ilk defa bu sezon buldular aynı fırsatı. Ve elediler Galatasaray'ı... Bir saygınlığı, bir vizyonu vardı Galatasaray'ın... Deplasmanda kaybedebilirdi, ancak Ali Sami Yen'e giren kaderine razı olurdu. Lafın özü ismi dahi saygı uyandırırdı...

Hep söylenen şeyler aslında... Zamanında Real Madrid'e, Milan'a, Liverpool'a kafa tutan takım gün itibariyle Karpaty Lviv'i nasıl eleyeceğinin muhasebesini yapıyor. Sokaktaki adama sorsak "Karpaty hangi ülkenin takımıdır?" diye, ne cevap verirdi ki? Galatasaray bugün beklenmeyeni değil, bekleneni verdi aslında. Sakatlıkların bel büktüğü, saha içi iletişimin yetersiz kaldığı; sağ kanadın Serdar'a, savunmanın solunun Hakan Balta'ya, geri kalan her şeyin ise Allah'a emanet edildiği bir yerde başka bir sonuç beklemek düpedüz hayalcilik olurdu. Herkes biliyordu bu geceki senaryoyu, sadece birbirlerine söylemeye korkuyorlardı. Galatasaray 90'ıncı dakikada bulduğu golle kaptığı turu, uzatma dakikalarında yediği gol ile rakibe geri verdi. Lakin bundan çok daha vahim bir durum var ortada. Aydın'ın attığı golden sonra Galatasaray kulübesinin halidir bahsetmeye çalıştığım. Galatasaray'ın yıllar sonra içinde bulunduğu durum budur.

Galatasaray kulübesinde yalnız bir adam var. Atılan gollerde futbolcunun yıldızlaştığını, yenilen gollerde ise teknik adamın topa tutulduğunu çok iyi biliyor o. "Yıldız futbolcularla babam da şampiyon olur" diyen zihniyet tarafından hiçbir zaman anlaşılamayacak... Sorunumuz fevri davranmak bizim, derin nefes almamak... Yoksa Barcelona'nın Avrupa şampiyonu olurken Bursaspor'a veya OFK'ya karşı değil; Chelsea'ye, Arsenal'e, Milan'a karşı oynadığını düşünememiş olmak mümkün değil.

Başkan Adnan Polat 80 gündür "Transferler geliyor" diyor... İkinci başkan Mehmet Helvacı "Harcadığımız milyonlar 2-3 maçın kaybedilmesinden daha önemlidir" açıklamasıyla 'vizyon' farkını ortaya koyuyor. Bir şekilde Galatasaray'ın cenazesini kaldırıyoruz bu gece... Başlamadan biten bir sezon... Mehmet Helvacı helvaları yapar artık, Adnan Polat da dağıtır...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Galatasaray: 0 - Bursaspor: 2

Yanılmıyorsam yıl 2004. Galatasaray, tarihinin en kötü sezonlarından birinde kıvranıyor... Alınan bir başka yenilginin ardından Vatan Gazetesi fotomuhabiri olan Halid Kayacan takımın o dönemki halini olduğu gibi anlatan bir fotoğraf çekmişti. "Galatasaray Ruhunu Arıyor" başlıklı fotoğrafta dizleri üzerine çökmüş, avuçladıkları çimlere bakan birkaç Galatasaraylı futbolcu tek bir karede toplanmıştı. Daha sonra 'yılın spor fotoğrafı' seçilen fotoğraf kelimelerle anlatılamayacak pek çok şeyi anlatıyordu. Şimdi düşünüyorum da o dönem Galatasaray'ının aradığı belli bir şey varmış: Ruh. Bir de bugünkü Galatasaray'a bakıyorum, koyduğu yeri unuttuğu çok fazla şey var ve arayışa hangisinden başlayacağını bilmiyor.

Kullandığı 18 köşe vuruşunda karambol bile yaratamayan, ceza sahasına yaptığı yaklaşık 50 ortadan sonuç alamayan, savunmadan atılan 50 metrelik toplarla Baros'u pozisyona sokmayan çalışan bir Galatasaray... Sonuç? Bu sezon oynanan 5 resmi maçta elde edilen tek galibiyet. Her ne kadar son şampiyona yenilmiş olsak da işin taktiksel boyutudur bu saydıklarım. Belli bir yere kadar tolere edilebilir. İşin vahim olan tarafı ise bunun yapılamaması zaten. Geçtiğimiz sezon başında, Rijkaard'ın gelişiyle bu takımda bir şeylerin değişeceğine, Türk futbolunda bir devrimin baş rolünü oynayacağımıza inananlar, ısrarla bunun savaşını verenler dün itibariyle kendileriyle çelişkiye düşmüşler, deyim yerindeyse kovuklarına çekilmişlerdir. Rijkaard'ın teknik adamlığını, futbol bilgisini tartışacak değilim. Buna niyeti olanlar bile zihniyet tarafından sindirilirken, ben Hollandalı'nın bir başka yönünü çekiştirmeye çalışacağım. Türkiye'ye geldiğinde kimse bu adama Türk futbolunu tanıtmamış. Geride bırakılan bir yılı aşkın sürede de Rijkaard öğrenmeye çalışmamış. En hararetli mücadelenin orta sahada başladığı bir ülkede sözleşmede zorunlu kılınmışcasına 4-3-3 oynatıp - üstelik tutmayacağını bile bile - Ayhan, Barış ve Mustafa'nın günah keçisi olmasını başka bir şeye yoramıyorum ben. Dün gece topu kaybettiği noktada kapmaya çalışan bir Bursaspor vardı. Bir eksik orta sahayla mücadele edeceksen şayet, bunu kapatacak adamın olması gerekmez mi? Yoksa, yönetim vermiyorsa, da ısrar etmeye anlam veremiyorum.
Galatasaray'ın sorunları taktiksel mi? Kesinlikle değil! Galatasaray'ın sorunu transfer mi? Bunu iddia eden taraftarı odunla kovalamak geliyor içimden. Peki Galatasaray'ın sorunu Barış-Ayhan-Mustafa üçlüsü mü? Bu adamlarla şampiyon olduğumuzu, Feldkamp'ın Galatasaray'ında Barış'ın sevilen adam olduğunu hatırlarsak, bu da değil! Son tahlilde Galatasaray'ın sorunu Adnan Sezgin mi? Kulüpte yönetici bile olmayan, maaşlı bir çalışan ne kadar suçlu olabilir ki? Aynı mantıkla takımın malzemecisinin de istifaya davet edilmesini beklerim ben. Galatasaray'ın sorununun ne olduğunu kimse bilmezken benim "Şudur" demem doğru değil. Ancak "Şunlardan biridir" diyebilirim, taraftara işaret edebilirim. 90 dakika boyunca takımına sesini duyuramayan, ancak iş transfer istemeye ve istifa görmeye gelince avazı çıktığı kadar bağıran güruhtan bahsediyorum. Adnan Sezgin'e, Rijkaard'a, futbolculara inleyip; Haldun Üstünel'i, Nonda'yı bağrına basan adamla ben tribünde bir olamam. Taraftar transfer istiyor. Son yıllarda başka bir şey istediğini görmedim zaten. Ve bu transferin de Haldun Üstünel tarafından yapılabileceğine inanıyor. Bunların hepsi doğru olsa bile Haldun Üstünel'in transferleriyle ligde arka arkaya bir beşincilik ve bir üçüncülük aldığımız unutuluyor. Sırf bu çıkarıma dayanarak bile taraftarın transferi başarıdan daha çok istediği yorumu yapabiliriz. Samimiyetsizliğin önplana çıktığı bir başka nokta ise Adnan Sezgin'in istifaya davet edildiği andır. Adnan Polat ve yönetimini istifaya çağıramayanlar "memur Sezgin"i günahkeçisi ilan etmişlerdir. Hani "başarılar gelir geçer, asaletin bize yeter"di, ne oldu şimdi?

Önümüzdeki birkaç gün içinde Galatasaray'da olmasını istemediğim pek çok şey olacak gibi. Yönetimin kamuoyunun ve taraftarın baskısına direnemeyeceğinden çekiniyorum. Kimsede kimsenin arkasında duracak cesaret yok. Taraftarın kendi muhasebesini yapmaya cesaretinin olmayışı gibi...

Gelinen şu noktada bir şey daha düşünüyorum. Türk Telekom Arena her ne kadar 29 Ekim'de teslim edilecek, ligin ikinci yarısında da oynamaya hazır hale gelecek olsa da Galatasaray yönetimi radikal bir kararla stadyumun açılışını gelecek sezon başına ertelemeli. Aksi takdirde o stadyumun açılışı hüsran kelimesinin tam anlamını karşılar.

20 Ağustos 2010 Cuma

Galatasaray: 2 - Karpaty Lviv: 2

2000 yılında Fatih Terim, Galatasaray çatısı altında yapabileceği her şeyi yapmış ve İtalya'nın yolunu tutmuş... Lucescu, yeniden Fatih Terim, Hagi, Gerets, Feldkamp, Skibbe, Bülent Korkmaz... Hepsinin buluştuğu tek bir ortak payda var, o da külüpten ayrılış hikâyeleri. Peki bu adamların hepsi mi hatalıydı? Haklı olan, işin doğrusunu bilen hep taraftar ve yönetim miydi? Galatasaray, 2000 yılında Arsenal'i devirdiğinde İngiliz devinin başındaki isim Arsene Wenger'di. Bugün bakıyorsunuz aynı koltuk ısrarla aynı adama emanet. Üstelik geride bırakılan 10 yılda Manchester United ve Chelsea gibi takımların uzak ara gerisinde kalmasına rağmen. Bu noktada 1996/97 sezonunu hatırlayalım. Galatasaray ligin ilk dört haftasında sadece 7 puan alabilmiş, daha da kötüsü 4.haftada ağırladığı Fenerbahçe'den Ali Sami Yen'de 4 tane yemiş, maçın ardından istifasını sunan Fatih Terim'in isteği tüm bunlara rağmen yönetimce geri çevrilmişti. Öykünün geri kalan kısmını herkes biliyor.

Galatasaray dün gece büyük bir hayal kırıklığına imza attı. Yalnız beklenmeyen bir şey değildi ki bu! Kuralar çekildiği günden bu yana hiç kimse turu rahat geçebileceğini dile getirmiyordu. Aksini de iddia ettiklerini duymadım, bunun da nedeni çekinmeleridir. Burada uzun uzun Aykut'u, Ali'yi, Barış'ı, Ayhan'ı, Hakan'ı, Serdar'ı yerden yere vurmayacağım. Zira maruz kalınan tabloda bu adamlara bir suç bulamıyorum ben. Bir kulüp futbolcuyu getirir, sahaya koyar. Futbolcunun kapasitesi o kadar diye, futbolcuyu suçlayamazsın. Hele hele sahada formanı giymiş olan futbolcuyu yuhlayamazsın. Evet, pası burada Galatasaray "taraftarına" atıyorum.

Galatasaray tribünlerinde bir çoban-koyun ilişkisi mevcut. Üzülerek söylüyorum ki bu alışkanlık her geçen gün biraz daha büyüyor. Büyük bir çoğunluğunu lise çağındaki gençlerin oluşturduğu bu taraftar profilinin takımlarına hiçbir yararı yoktur. Maç bileti alabilirsin, forma alabilirsin, boynuna atkını da takıp stadyumun yolunu da tutabilirsin... Ancak bu şekilde taraftar olamazsın. Resmini çizdiğim taraftar portresi kendinde "en iyisi benim, çünkü ben oradayım" yetkisi görebilir, görüyor da. Pek çok Galatasaraylı'nın sırf bu sürü psikolojisine olan nefretlerinden ötürü maçları evinde izlemeyi yeğlediğini biliyorum ben. Çünkü Eski Açık ve Kapalı'yı dolduran taraftarın neredeyse hepsi transfer taraftarıdır. Tek bildikleri şey havalimanı basıp sırtlarına aldıkları futbolcuyu iki maç sonra hakaretlerle kulüpten göndertmek, kazanamayan takımı yuhalamak, derbilerde gol yeyince sus pus oturmaktır. Yine de sorsanız buna hakları vardır, "sahadaki futbolcular Metin gibi olmalı" derler. Ben adım gibi biliyorum ki Metin bugün sahada olsa, yaşayacakları Ali Turan'ın, Aykut Erçetin'in, Arda Turan'ın yaşayacaklarında farklı olmayacak... Sezonun daha ilk karşılaşmasından beri ağızlarından tükürükler saçarak haykırıyorlar "Rijkaard gitsin, o gitsin, bu gitsin, Adnan Sezgin istifa etsin" diye... Asıl siz gidin yahu. Düşün artık şu kulübün yakasından. Hani korkuluyor ya Türk Telekom Arena'da Galatasaray'ın taraftar profili değişecek, stadyumu "seyirci" dolduracak diye, ben tam da arkasındayım bu görüşün. Birçoklarının beğenmediği, 'çekirdekçi' yaftası yapıştırdığı grup doldurmalı Türk Telekom Arena'yı... Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe tribünlerinde yaptığı operasyonun bir benzerini Adnan Polat hayata geçirmeli. Galatasaray'ın kurtuluşu buradadır, transferde ya da teknik adam değişimde değil...
Daha önce de çok kez söyledim, zilyon kere daha söylerim. Sahadaki Galatasaray'da görmekten en çok üzüntü duyduğum nokta başarısızlığa olan alışkanlık. Ters giden skora isyan edecek, yeteneği elvermese de çabasıyla bu boşluğu gidermeye çalışacak bir Galatasaray görmek istiyorum ben. "Geriye düştük ama çeviririz biz bu maçı" dediğimiz günleri özledim. Takım kaptanının saha içinde yeni gelen transferi terslemediği, "Sen kimsin" tavırları takınmadığı; sahdaki onbir adamın birbirine güvendiği bir Galatasaray'ı görmeyi özledim.

Harry Kewell'a bakıyorum... Dün akşam oynadığı futbolla, mücadelesiyle Galatasaraylıların bu adamın neden arkasında bu kadar durduklarını gösterirken, adeta bıçak zoruyla kendisine sözleşme imzalatan yönetimi de utandırdı. O ünlü reklam filminde diyor ya hani "Ben Galatasaraylı Kewell'ım" diye, onu gördükçe 2 senede gerçekten nasıl bir Galatasaraylı olduğuna inanıyorum. Dün akşam Milan Baros ile birlikte yenilgiye isyan eden, bir şeyleri değiştirmeye çalışan iki isimden biriydi Kewell. Galatasaray'ın beşinci sınıf bir Anadolu takımı olmadığını, koskoca Galatasaray olduğunu bu adam hatırlatıyor bize. O yüzden dün geceki maçı skor 2-0 olduktan sonra taraftarın takımını yuhladığı, yönetimi ve hocayı istifaya davet ettiği bir maç olarak değil, aynı dakikalarda Kewell'in isyan bayrağını çekip çırptığı elleriyle takımını şaha kaldırmasıyla hatırlayacağım.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Bir Zamanlar Sabri Sarıoğlu

Resim arşivimden. Arşiv derken... UEFA zaferi sonrasında gazete ve dergilerden kestiğim resimleri yapıştırmak suretiyle defterler oluşturmaya başladım. Galatasaray'ın maçlarının ardından ertesi günkü gazeteler güzel kaynaklardı mesela. Kaç tane defterim oldu kim bilir? Üşenmeden yıllarca derledim onları. İki sene önce bıraktım...
2001/2002 sezonu yeni açılmış. Takımın başında Lucescu var. İmkânsızlıkların had safhada olduğu bir lige hazırlanıyor Galatasaray. Öyle ya yapılan transferlerin tamamına yakını kiralık... Altyapıya yöneliyor Rumen teknik adam. Sabri'yi görüyor, yakasından tutup A Takıma çıkarıyor. Yorumlara bakılırsa Sabri süper bir yetenek ve gelecekte müthiş bir yıldız olacak. Olurdu belki... Sözü edilen gelecekte orta saha oyuncusundan devşirme bir sağ bek olmasaydı eğer...
Sabri bu takım için önemli. Ben buna inanıyorum artık. Evet savunmada çok adam kaçırıyor, evet ofsaytı bozuyor, evet şutları dağları taşları buluyor, evet orta yaparken kafasını kaldırmıyor... Fakat sahada neyi varsa onu veriyor. Her futbolcu yeteneğiyle önplana çıkmaz, bazıları hırsıyla kapatır bu açığını. Ve her takımda Sabri gibi bir oyuncu vardır mutlaka. Üstelik buna ihtiyaç da vardır...

15 Ağustos 2010 Pazar

Sivasspor: 2 - Galatasaray: 1

3 sezon önce, Galatasaray bir geleneği devam ettirip, Kadıköy'de Fenerbahçe'ye 2-0 yenilince çok sevdiğim Fenerbahçeli bir arkadaşım "Abi dün akşamki takım Galatasaray mıydı? O Barış Özbek, Serkan Çalık falan, kim bunlar? Sokakta görsem tanımam. Nasıl Galatasaray'ın futbolcusu olabiliyor bunlar"a çıkan bir yorum yapmıştı. O vakitler Ali Turan yoktu tabii... Aksi durumda yorumu da farklı olabilirdi.

Galatasaray sezonu dün akşam Sivasspor deplasmanında açtı. Sabri'yi mumla arayan bir Galatasaray, her şeyin izahatıdır aslında. Öyle ya dün akşam sahaya Galatasaray adı altında çıkan takımın herhangi bir Anadolu kulübünden farkı olmayınca ortaya denk güçlerin mücadelesi çıkıverdi bir anda. Rijkaard'ın gelmesiyle birlikte Türk futboluna yeni bir soluk geleceğine inananlar bile yavaş yavaş kovuklarına çekiliyor. Hollandalı'nın Türk futboluna katkı yapmasını beklerken, Türk futbolu Hollandalı'yı kendisine benzetiyor. Maçın sonlarından yenilginin bir getirisi olarak Sivasspor antrenörünün üzerine yürümesini ben başka bir şeye yoramıyorum maalesef. Daha ligin ilk haftasında ne yapacağını bilmeyen, bu denli agresif bir takım izliyorsak, Galatasaray'ın kendine tahammülü kalmamış demektir.

Yıllardır Galatasaray'ın kapanmayan yaralarından biridir uzun toplar. Elindeki futbolcuların teknik yetersizliği gayet ortadayken Hagi, Gerets, Skibbe, Feldkamp, Rijkaard ayrımı yapmaksızın doldurt boşaltlar ile sonuca gitmeyi felsefe benimsemişiz. Eczanelerde ilacı satılmıyor bunun. Rijkaard'ın gelişiyle birlikte topu ayağında tutan, yerden kısa toplarla kaleyi bulmayı amaçlayan bir Galatasaray beklentim vardı. Takımın çapı ortada, ancak en azından beceriksizce de olsa bunu deneyen bir takım görmekti niyetim. "Maçın başında Neill'in uzun topuyla bulduk golü" demesin kimse. Bozuk saatin bile günde iki defa doğruyu gösterdiğini bilmiyor musunuz?
Galatasaray'ın en büyük sorunlarından biri de öne geçtiği maçlarda skoru koruyamaması. Taç kullanırken oyunu soğutmaya çalışmaktan ya da yere düşüp kalkmamaktan bahsetmiyorum. Özellikle son iki sezonu ele aldığımızda Galatasaray'ın kaybettiği kritik puanların neredeyse tamamının bu acziyetine bağlı olduğunu görüyoruz. Bu sezon da üç resmi maçta iki kez yaşadık bunu. Galatasaray'ın sorunu orta sahaya yapılacak iki transferden çok öte...

Tek tek isim vermeye gerek yok. Görünen köy kılavuz istemiyor neticede... Galatasaray'ın ilk 11'inde yer alan isimlerin neredeyse yarısını bu takımın taraftarı formayı giyerken görmek istemiyor. Bu bir gerçek... Takımın bu manzara ile karşılacağını bilmek için Nostradamus olmaya gerek yok. Adnan Polat yönetimi de bunu biliyor. Öyle olmasını istiyorum... Taraftar transfer istiyor, Türk Telekom Arena'yla gözünün boyanmasını değil... Ancak Galatasaray'ın sorunu öyle 1-2 transferle çözülecek gibi de değil. "Bu iş yıldızlarla olmuyormuş, mücadele eden bir takım kuracağız" demek çözüm değil. Aksine bu iş elbette ki yıldızlar oluyor. Ancak yıldızları yönetmeyi beceremeyen bir zihniyet böyle bir açıklama yapar çünkü. Tüm bunların yanında "Oooo Haldun Üstünel", "Üşüyoruz Haldun reis" gibi çatlak sesler çıkaran taraftar da en az yönetim kadar mantıksız. Haldun Üstünel'in varlığında da bir üçüncülüğü bir de beşinciliği var bu takımın. Dedim ya, yıldızı getirip gerisini koyvermeyeceksin, yapıcı olacaksın. Dövmeyeceksin mesela... Sonrası her halükârda gelecektir zaten.

Yıllar sonra ilk defa Galatasaray adına bir sezonu bu denli merak ediyordum. İlk maç itibariyle beklediğimi buldum. Sahadaki Galatasaray'ın geçtiğimiz seneden tek farkı formasının rengi. Yırtık dondan çıkar gibi felaket tellallığı yapmaya benzeyecek belki ama sanki "33 kahır haftası" bekliyor bizi. Lego oynarken uygun parçayı bulamamış gibi her sene takımı yapıp bozan, transferlerini ligin başına yetiştiremeyen bir takım için olumlu bir senaryo yazamıyorum. Salı ve çarşamba geceleri 21:45'de heyecan yaşamaya alışmıştı kalbim. Kaç senedir unutunca bunu teklemeye başladı, o da anladı bir sorun olduğunu. Başarısızlık değil de bu alışmışlık hali canımı sıkıyor işte. Belki de boşuna telaş ediyoruz. Ne de olsa Sivas, Eskişehir, Bursa, Kayseri, Trabzon, Fenerbahçe sürekli kaybettiğimiz deplasmanlar... Bu deplasmanlardan birinin sadece ilk haftaya denk gelmiş olduğunu mu düşünelim? Evet, biraz fazla Pollyanna'yız sanırım.

13 Ağustos 2010 Cuma

Transferin Bünyeye Etkisi

Beşiktaş taraftarı tatlı bir telaş içinde. Olmasınlar mı yani? Kadro Ricardo Quaresma ve Guti Hernandez gibi iki büyük isimle desteklenmiş, yönetsin diye de Bernd Schuster'e sunulmuş... Geride bıraktığımız iki sezonu bir Galatasaraylı gözüyle değerlendirmeye kalkınca hayata siyah-beyaz bakanların hislerini anlamamak mümkün değil. Bandı yakın geçmişe saralım... Aziz Yıldırım'ın Türk futbolunda kulüp yöneticiliği bakımından açtığı çığır, kabul etsek de etmesek de ortada. Nasıl ki diğer kulüpler Galatasaray'ın Avrupa şampiyonluğunun ardından hedeflerini büyütmek zorunda hissettilerse, aynı şekilde, Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe'yi kurumsal anlamda getirdiği nokta diğer kulüplerin yöneticilerine örnek oldu. Kısa süre içinde yapımı tamamlanan Şükrü Saraçoğlu Stadyumu, Fenerium'un her yıl üstüne koyması ve kombine satışlarında Galatasaray ve Beşiktaş'ın kendilerini ancak yakalayabilmesi... Tabii bunların kısa vadede Fenerbahçe'ye getirisi bol oldu. 'Her sezon için bir yıldız" parolasıyla yola çıkan Fenerbahçe yönetimi diğer kulüplerin ulaşmasının zor olduğu bir strateji belirlemişti. Ortega, Hooijdonk, Kezman, Alex, Anelka, Roberto Carlos ilk tahlilde aklıma gelen isimler... Lafı şuraya getireceğim: Fenerbahçe bu isimleri Türk futboluna kazandırırken ülkenin diğer iki büyüğü transferde hangi rotayı takip ediyordu? Ya da etmek zorunda kalıyordu?

Galatasaray'ın aynı dönemde Almaguer, Petre, Bratu, Christian, Felipe, Pinto, Conceicao gibi oyunculara tamah ettiğini unutmamak gerek. Sürpriz bir şekilde kulübe kazandırılıp, tam da zamanın yönetiminden beklenildiği üzere uçup giden Ribery'i es geçmek gerek. O başka bir filmin konusu... Her ne kadar kendimize itiraf etmekte zorlansak da, o vakitler havalimanına inen uçaklar hangi Fenerbahçeli futbolcuyu getirecek diye en az Fenerbahçeliler kadar merak ederdik biz de. Dile getirmekte güçlük çeksek de kıskanırdık. Her taraftarın yapacağı budur...
Adnan Polat dönemiyle birlikte Galatasaray transfer politikasını değiştirdi. Bunda yapımı tamamlanmak üzere olan Türk Telekom Arena'ya güvenilmiş olmasının payı ne kadardır bilemeyeceğim ama bir taraftar işin o boyutunu düşünmez zaten. Yöneticileri eleştirmek kolaydır, ancak taraftar her zaman saha içine bakar. Neyse... 2 senelik bir dönemde takıma kazandırılan Lincoln, Kewell, Baros, Meira, Elano, Keita, Neill, Dos Santos ve Jo Alves transferleri ile Galatasaray kendi özüne aykırı olanı yapmayı denedi. Elde başarıları takım harmonisine borçlu olan kulüp, Frank Rijkaard yönetiminde farklı bir yol denemeye kalktı. Aynı süreç içerisinde takım ligde bir beşincilik bir de üçüncülük elde etti. "Bakın, yıldız transferiyle olmuyormuş" demek kitlelerin kolayına gelirken, "Transferi yapmak, gerisini koyvermekten" bahseden pek yoktu.

Beşiktaş'ta ise yönetim ile taraftarın arası geçtiğimiz sezon iyiden iyiye açıldı. Özellikle Galatasaray ve Fenerbahçe'nin sükseli transferlerinin akabinde kulübün Gaziantepsporlu Tabata'ya 8 milyon Euro ödemesi bardağı taşıran son damla oldu. Demirören aldığı tepkiler yüzünden haftalarca İnönü Stadyumu'nda maç izlemedi. "Yeter Yıldırım Demirören" seslerine o gün bugündür aşinayız.

Bu sezon ise her şey bambaşka siyah-beyazlı kulüpte. Demirören yönetimi Beşiktaş'ın hedeflerini olması gerektiği gibi yükseklere çekerek, yıldız isimleri takıma kazandırdı. Bu transferlerle birlikte başta taraftarlar olmak üzere camiaya özgüven aşılandı. Öyle ki bazı Beşiktaşlılar internet üzerindeki bloglar ve sözlüklerde daha önce Türkiye'ye gelen Elano, Keita, Anelka, Kezman gibi isimleri hiçe sayarak, gerçek yıldızların Quaresma ve Guti olduğunu iddia etmeye başladılar. Bu şahısların ergenlik döneminden çıkmak üzere olduklarını tahmin ediyorum. Keita ve Elano'nun Dünya Kupası'nda yer aldığını, buna karşılık dünya futbolunun tutunamayan yıldızı Quaresma'nın boş geçtiğini hatırlatmak boynumun borcudur. Guti'ye ise bir kılıf bulamıyorum. Bu adamın önünde ancak saygıyla eğilirim.

Her şeyin ötesinde Beşiktaş'ın önünde Galatasaray ve Fenerbahçe gibi iki örnek duruyor. Yıldız yönetimini başaramayan bu iki kulübün düştüğü en büyük hata havalimanı karşılamalarının yarattığı kaos ortamı ve dolayısıyla futbolcuların kendilerini ulaşılmaz hissetmesiydi... Beşiktaş da bu bakımdan sınıfta kaldı. Bu demek değil ki Beşiktaş da diğerleri ile aynı kaderi paylaşacak. Önemli olan diğer hataların kopya edilmemesi. Alın size önümüzdeki sezon Beşiktaş'ı yakından takip etmek için bir neden daha. Yoksa başarı tabii ki kaliteli isimler, yıldız oyuncularla gelir. İş onları yönetebilmekten geçiyor. Sonrası iyilik, sağlık...

12 Ağustos 2010 Perşembe

Transfer Taraftarlığı ve Adnan Polat

Genel geçer bir durum aslında bu. Neresinden tutsanız elinizde kalır. Söyleyeceklerim herhangi bir takıma rahatlıkla uyarlanabilir. Biz ise doğal olarak Galatasaray üzerinden bir çözümlemeye ulaşmaya çalışacağız.

ultrAslan forumuna çok uzun bir zamandır üyeyim. Aktif değilim, bunun da altını çizmek isterim. Antu.com ve Forzabeşiktaş'ta da sıklıkla rastlanabilecek bir taraftar profili var ultrAslan forumunun da. Futboldan aldıkları tek zevk transfer dönemleri olan, bunun için koca bir sezonun sonra erip yaz aylarının gelmesini bekleyen, arada kaynayan o uzun dönemi de menejerlik oyunları sayesinde tolere edebilen zihniyetten bahsediyorum. ultrAslan forumunda 2 seneyi aşkın bir süredir yazmıyorum. Forumda artık sadece okuyucu kimliğimde rol oynadığım için gözlemlerimi daha rahat bir ortamda yapabiliyorum. Çoluğa çocuğa dert anlatmak, anlatamayınca taraftarlığınızın sorgulanması gına getiren sebeplerden sadece ikisi...

Scoutgs.com adlı internet sitesinin geçtiğimiz hafta ortaya attığı ve "Ledesma ve Rosicky Galatasaray'da" başlığıyla yayınlanan haberlerin ardından forumu daha bir ilgiyle takip etmeye başladım. Özellikle Haldun Üstünel'in istifasının akabinde Adnan Sezgin üzerinde oluşan karabulutlar bu asılsız haberler sonrası forumu adeta gül bahçesine çevirdi. Öyle ki pek çok kullanıcının - ki bunların büyük bir bölümünü Adnan Sezgin adını duyunca çıldıran kesim oluşturuyor - avatarlarında Sezgin'in fotoğrafını görmek mümkündü. Geride bırakılan haftasonunun ve transfer haberlerinin aslı astarının olmayışının açığa çıkmasının ardından beklenen oldu. Forum ahalisi başta başkan Adnan Polat olmak üzere yönetimi topa tuttu. Hatta yorumlardan birinde başkanı hedef alan "Yapamayacaksa başta söyleseydi. Transfer yapacak gücümüz yok, taraftar kendini buna hazırlasın deseydi. Sadece transferi demiyorum, geldiğinden bu yana tek bir olumlu işe imzalarını atmadılar. Resmi siteye girdiğimde yönetimin istifa haberini okumak istiyorum artık" açıklamasıyla karşılaştım. Sonra da soluğu burada aldım.

Bunları yazan arkadaşın hafıza sorunu yaşadığını tahmin ediyorum ve okumayacağını bile bile cevap yazma ihtiyacı duyuyorum. Bir kere güzel kardeşim, Galatasaray başkanları aynı mantıkla hiç beğenilmiyor, hiçbir zaman beğenilmedi. Buna kulüp tarihinin en başarılı başkanı olan Faruk Süren de dahil. Birisi Jardel transferine Türk futbol tarihinin en yüksek ücretini ödediği için suçludur, öteki maç sırasında puro tüttürdüğü için... Bir diğeri rakip takımı alkış yağmuruna tuttuğu için istifaya davet edilir, bir başkası transfer yapamadığı için. Üstelik bu son bahsettiğimiz adam son iki sezondur çok başarılı transferlere imza atmıştır. Transfer taraftarlığından bir önceki paye, güne endeksli taraftarlıktır bu ve çok tehlikelidir. Bu ligde 18 takım mücadele veriyor. Ne Adnan Polat bu sene Galatasaray şampiyon olamazsa "başarısız" sayılır, ne de Aziz Yıldırım üst üste dördüncü seneyi boş geçerse istifa etmeli... Aynı şekilde sezona Schuster, Quaresma ve Guti transferleri ile girecek olan Beşiktaş'ın olası şampiyonluğunda bile kulübü kendisine borçlandıran Yıldırım Demirören de "başarılı" kabul edilemez.

Galatasaray iki sezondur sportif başarı elde edemiyor olabilir. Ancak sadece buna bakarak bir yönetimi suçlamak da neyin nesidir? Özhan Canaydın yönetiminde geçen ve kulüp tarihinde büyük bir kayıp olarak kabul edilen 6 senelik dönem henüz anılarımızda çok taze. Kulüp o dönemde kaybetmiş olduğu saygınlığı yeniden kazanma peşinde. Üstelik bu uğurda epey yol kat edildiğinin de üstünde durmak germek. Yıllardır yılan hikayesine dönen stadyuma kavuşmanın eşiğindeyiz. Cirosu yerlerde sürünen Galatasaray Store'nin üretilen pazarlama mucizeleri sayesinde rakiplerin önüne geçtiği kimsenin görmezden gelemeyeceği bir gerçek. Çöplükten farkı olmayan Riva'nın restoresinin ardından elde ettiği değer ve amatör şubelerdeki hareketlenme nasıl yok sayılabilir ki? Hem Galatasaray yönetiminin "Bu sene transferde kimse yıldız isimler beklemesin. Bütçemize uygun isimleri takıma kazandıracağız" açıklaması ne çabuk unutuldu. Scoutgs.com adlı neden itibar edildiğine dahi anlam veremediğim bir sitenin asparagas haberine bakarak yönetim neden itham edilir, ben kavrayamıyorum.

Ben bağcıyı dövenlerin iğneyi biraz da kendilerine batırması taraftarıyım. Nazım Hikmet şöyle der: "Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan için rahat olsun." Taraftar kendi sorumluluklarını bilmeli, anlık olaylara karşı fevri davranmamalı. Önce kendi taraftarlık muhakememizi tamamlamalı, kendimize geçer not verebiliyorsak yola devam etmeliyiz. Bunu yapabildiğimiz zaman her şey daha güzel olacak.