2000 yılında Fatih Terim, Galatasaray çatısı altında yapabileceği her şeyi yapmış ve İtalya'nın yolunu tutmuş... Lucescu, yeniden Fatih Terim, Hagi, Gerets, Feldkamp, Skibbe, Bülent Korkmaz... Hepsinin buluştuğu tek bir ortak payda var, o da külüpten ayrılış hikâyeleri. Peki bu adamların hepsi mi hatalıydı? Haklı olan, işin doğrusunu bilen hep taraftar ve yönetim miydi? Galatasaray, 2000 yılında Arsenal'i devirdiğinde İngiliz devinin başındaki isim Arsene Wenger'di. Bugün bakıyorsunuz aynı koltuk ısrarla aynı adama emanet. Üstelik geride bırakılan 10 yılda Manchester United ve Chelsea gibi takımların uzak ara gerisinde kalmasına rağmen. Bu noktada 1996/97 sezonunu hatırlayalım. Galatasaray ligin ilk dört haftasında sadece 7 puan alabilmiş, daha da kötüsü 4.haftada ağırladığı Fenerbahçe'den Ali Sami Yen'de 4 tane yemiş, maçın ardından istifasını sunan Fatih Terim'in isteği tüm bunlara rağmen yönetimce geri çevrilmişti. Öykünün geri kalan kısmını herkes biliyor.
Galatasaray dün gece büyük bir hayal kırıklığına imza attı. Yalnız beklenmeyen bir şey değildi ki bu! Kuralar çekildiği günden bu yana hiç kimse turu rahat geçebileceğini dile getirmiyordu. Aksini de iddia ettiklerini duymadım, bunun da nedeni çekinmeleridir. Burada uzun uzun Aykut'u, Ali'yi, Barış'ı, Ayhan'ı, Hakan'ı, Serdar'ı yerden yere vurmayacağım. Zira maruz kalınan tabloda bu adamlara bir suç bulamıyorum ben. Bir kulüp futbolcuyu getirir, sahaya koyar. Futbolcunun kapasitesi o kadar diye, futbolcuyu suçlayamazsın. Hele hele sahada formanı giymiş olan futbolcuyu yuhlayamazsın. Evet, pası burada Galatasaray "taraftarına" atıyorum.
Galatasaray tribünlerinde bir çoban-koyun ilişkisi mevcut. Üzülerek söylüyorum ki bu alışkanlık her geçen gün biraz daha büyüyor. Büyük bir çoğunluğunu lise çağındaki gençlerin oluşturduğu bu taraftar profilinin takımlarına hiçbir yararı yoktur. Maç bileti alabilirsin, forma alabilirsin, boynuna atkını da takıp stadyumun yolunu da tutabilirsin... Ancak bu şekilde taraftar olamazsın. Resmini çizdiğim taraftar portresi kendinde "en iyisi benim, çünkü ben oradayım" yetkisi görebilir, görüyor da. Pek çok Galatasaraylı'nın sırf bu sürü psikolojisine olan nefretlerinden ötürü maçları evinde izlemeyi yeğlediğini biliyorum ben. Çünkü Eski Açık ve Kapalı'yı dolduran taraftarın neredeyse hepsi transfer taraftarıdır. Tek bildikleri şey havalimanı basıp sırtlarına aldıkları futbolcuyu iki maç sonra hakaretlerle kulüpten göndertmek, kazanamayan takımı yuhalamak, derbilerde gol yeyince sus pus oturmaktır. Yine de sorsanız buna hakları vardır, "sahadaki futbolcular Metin gibi olmalı" derler. Ben adım gibi biliyorum ki Metin bugün sahada olsa, yaşayacakları Ali Turan'ın, Aykut Erçetin'in, Arda Turan'ın yaşayacaklarında farklı olmayacak... Sezonun daha ilk karşılaşmasından beri ağızlarından tükürükler saçarak haykırıyorlar "Rijkaard gitsin, o gitsin, bu gitsin, Adnan Sezgin istifa etsin" diye... Asıl siz gidin yahu. Düşün artık şu kulübün yakasından. Hani korkuluyor ya Türk Telekom Arena'da Galatasaray'ın taraftar profili değişecek, stadyumu "seyirci" dolduracak diye, ben tam da arkasındayım bu görüşün. Birçoklarının beğenmediği, 'çekirdekçi' yaftası yapıştırdığı grup doldurmalı Türk Telekom Arena'yı... Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe tribünlerinde yaptığı operasyonun bir benzerini Adnan Polat hayata geçirmeli. Galatasaray'ın kurtuluşu buradadır, transferde ya da teknik adam değişimde değil...
Daha önce de çok kez söyledim, zilyon kere daha söylerim. Sahadaki Galatasaray'da görmekten en çok üzüntü duyduğum nokta başarısızlığa olan alışkanlık. Ters giden skora isyan edecek, yeteneği elvermese de çabasıyla bu boşluğu gidermeye çalışacak bir Galatasaray görmek istiyorum ben. "Geriye düştük ama çeviririz biz bu maçı" dediğimiz günleri özledim. Takım kaptanının saha içinde yeni gelen transferi terslemediği, "Sen kimsin" tavırları takınmadığı; sahdaki onbir adamın birbirine güvendiği bir Galatasaray'ı görmeyi özledim.
Harry Kewell'a bakıyorum... Dün akşam oynadığı futbolla, mücadelesiyle Galatasaraylıların bu adamın neden arkasında bu kadar durduklarını gösterirken, adeta bıçak zoruyla kendisine sözleşme imzalatan yönetimi de utandırdı. O ünlü reklam filminde diyor ya hani "Ben Galatasaraylı Kewell'ım" diye, onu gördükçe 2 senede gerçekten nasıl bir Galatasaraylı olduğuna inanıyorum. Dün akşam Milan Baros ile birlikte yenilgiye isyan eden, bir şeyleri değiştirmeye çalışan iki isimden biriydi Kewell. Galatasaray'ın beşinci sınıf bir Anadolu takımı olmadığını, koskoca Galatasaray olduğunu bu adam hatırlatıyor bize. O yüzden dün geceki maçı skor 2-0 olduktan sonra taraftarın takımını yuhladığı, yönetimi ve hocayı istifaya davet ettiği bir maç olarak değil, aynı dakikalarda Kewell'in isyan bayrağını çekip çırptığı elleriyle takımını şaha kaldırmasıyla hatırlayacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder